Dünya

Nobel Edebiyat Ödülü’nü Türkçede romanlarıyla tanınan Güney Koreli Han Kang kazandı

Han Kang'ın Türkçede 3 romanı bulunuyor.

Güney Koreli yazar Han Kang, 'tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan' eserleri nedeniyle perşembe günü Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü.

Kore ve Avrupa'da çok sayıda ödül kazanan, yavaş yavaş büyüyen edebi bir başarıya sahip olan Han, Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan ilk Asyalı kadın ve ilk Güney Koreli yazar oldu.

Han Kang, Nobel Ödülü kazanan ikinci Güney Kore vatandaşıdır. Merhum eski cumhurbaşkanı Kim Dae-jung, ülkenin önceki askeri yönetimi sırasında Güney Kore'de demokrasiyi yeniden tesis etme ve savaşla bölünmüş rakip Kuzey Kore ile ilişkileri iyileştirme çabaları nedeniyle 2000 yılında Nobel Barış Ödülü'nü kazanmıştır.

Kang, Güney Kore kültürünün küresel çapta giderek artan etkisinin görüldüğü bir dönemde Nobel Ödülü'nü kazandı. Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho'nun Oscar ödüllü "Parazit" filminin başarısının yanı sıra Netflix'te gösterilen Güney Kore yapımı "Squid Game" ve BTS ve BLACKPINK gibi K-pop grupları dünya çapında takip ediliyor.

53 yaşındaki Han Kang, 2016 yılında "Vejetaryen" adlı, bir kadının et yemeyi bırakma kararının yıkıcı sonuçlar doğurmasını anlatan romanıyla Man Booker Uluslararası Ödülü'nü kazandı.

Han Kang'ın 'Vejetaryen' adlı kitabından kısa bir bölümü paylaşıyoruz

Yazarın Türkçeye çevrilen kitaplarından ‘Vejetaryen’den kısa bir bölümü okuyucularımızla paylaşıyoruz:

“Karım vejetaryen oluncaya dek onun özel bir insan olduğunu hiç düşünmemiştim. Dürüst olmak gerekirse, ilk gördüğümde bana hiç de çekici gelmemişti. Orta boyu, ne uzun ne kısa saçları, ölü hücrelerle dolu soluk cildi, çıkık elmacık kemikleri, modern görünmekten korkuyormuşçasına sade kıyafetleri bilmem gereken her şeyi özetliyordu. Gördüğüm en sade siyah ayakkabılarla beklemekte olduğum masaya doğru yaklaşmıştı, ne hızlı ne yavaş, ne güçlü ne mecalsiz adımlarla.

Onunla evlenmem, özel bir cazibesinin olmamasının yanı sıra belli bir eksikliğinin de görünmemesinden ötürüydü. Herhangi bir canlılık, cazibe ya da zarafet göremediğim karımın pasif karakteri her hâlükârda bana uyuyordu. Kalbini çalmak için fazla bilgiliymişim gibi davranmama gerek yoktu, randevu saatine geç kalacağım diye telaş yapmam gerekmiyordu ya da acaba beni moda dergilerinde yakışıklı erkeklerle kıyaslıyor mu diye endişelenmiyordum. Otuzuma yaklaşınca ortaya çıkan göbeğim, çabalasam da kaslı hale getiremediğim ince bacak ve kollarım, kimsenin bilmediği aşağılık kompleksime sebep küçük cinsel organım bile onun kafasına takmadığı şeylerdi.

Hayatta her daim orta yola yatkın olmuşumdur. Küçükken, kendi yaşıtlarımdan ziyade benden iki üç yaş küçük veletlerle dolaşarak onlara liderlik etmiş, büyüyünce ihtiyaçlarıma uygun bir burs alabileceğim üniversiteye başvurmuştum. Sonunda, çok da mükemmel olmayan yeteneklerimi değerli gören küçük bir firmada, öne çıkamayacak kadar az ama düzenli maaş alabilmekle yetinmiştim. Bu yüzden, dünyadaki en sıradan kadın olarak gördüğüm kadınla evlenmem doğaldı. Güzel, zeki, çarpıcı şekilde şehvetli, ya da zengin bir ailenin kızı gibi kadınlar, baştan beri benim için sadece rahatsızlık verici varlıklardı.

Beklentilerime uyan karım, sıradan bir eş olma görevini sorunsuzca yerine getirdi. Her sabah saat altıda kalkıp pilav, çorba ve bir parça balık pişirip sofrayı kurar, bekarlıktan beri yaptığı kısmi zamanlı işle az da olsa aile bütçesine yardımcı olurdu. Bir yıl boyunca gittiği bilgisayar grafik kursunda eğitmen yardımcısı olarak çalışmıştı ve çizgi romanlarda konuşma balonlarına metin yerleştirme gibi taşeron işleri evde hallederdi.

Karım çok konuşan biri değildi. Benden nadiren bir şey isterdi, eve geç gelmelerimi kavgaya dönüştürmezdi. Tatil günlerimiz rast geldiğinde dahi dışarı çıkmayı önermezdi. Öğleden sonraları, elimde uzaktan kumandayla tembellik yaptığım zamanlarda odasına kapanırdı. Herhalde kitap okurdu; karımın hobi denilecek tek uğraşı kitap okumaktı ve bu kitapların çoğu kapağını bile açmak istemeyeceğim, sıkıcı görünen şeylerdi. Sadece yemek saatinde, kapısını açıp odasından çıkararak sessizce yemek hazırlardı. Doğrusu, böyle bir kadınla yaşamanın ufuk açıcı olmasına imkân yoktu. Öte yandan, günde birkaç defa iş arkadaşı ya da diğer arkadaşlarını telefonla arayan, düzenli aralıklarla dırdır edip gürültülü karı koca kavgalarına sebep olan kadınlar bana yorucu geldiğinden, karımın bu haline şükrediyordum.

Karımın herkesten farklı, dikkat çekici tek bir özelliği varsa, o da sutyen takmayı sevmemesiydi. Kısa ve durgun geçen flört döneminde, bir keresinde tesadüfen elimi sırtına dokundurmuş ve kazağının altında sutyen askısının olmadığını anlayıp biraz heyecanlanmıştım. Acaba bana bir mesaj mı vermek istiyor diye bir iki dakika daha dikkatli bakmış, hareketlerini gözlemlemiştim. Gözlemin sonucu, kesinlikle ne bir mesaj verdiği ne de bir sinyal gönderdiğiydi. Peki neydi, tembellik ya da duyarsızlık mı? Anlayamıyordum. Hayır, sutyensiz gezmeye uygun, biçimli göğüsleri olduğundan da değil. Dolgulu bir sutyen takmasını tercih ederdim, en azından arkadaşlarımla tanıştırmaya yüzüm olurdu.

Evlendikten sonra karım evde asla sutyen takmadı. Yazın kısa süreliğine dışarı çıkarken, yuvarlak meme uçları belli olmasın diye onu takmaya ikna ettiğimde bile, evden çıktıktan hemen sonra kopçasını açıyordu. Üzerine açık renkte, ince ya da dar bir şeyler giydiğinde açık kopça gayet bariz göründüğü halde hiç umursamazdı. Paylamaya çalıştığımda, sutyen takmak yerine kavurucu sıcaklarda bile üzerine bir yelek geçirmeye başladı. Bahanesi ise daraldığı, sutyen göğsünü sıktığı için dayanamadığıydı. Hayatımda hiç sutyen takmadığım için ne kadar bunaltıcı olduğunu bilmemin imkânı yoktu tabii. Yine de, karım dışında çokça kadının sutyene karşı bir tavrı olmadığını biliyordum ve karımın aşırı hassaslığıyla ilgili şüphe duymaya başlamıştım.

Bunun dışında her şey pürüzsüzdü. Bu yıl evliliğimizin beşinci yılına girdik ama baştan beri deliler gibi âşık olmadığımızdan, evliliği bir çileye dönüştüren o yorgunluk, sıkıcılık evresine düşmedik.  Geçen yılın sonbaharında bu evi alıp taşınıncaya kadar çocuk yapmayı ertelediğimizden, evin içinde “ba-ba” diye seslenen bir çocuğun sesini yavaştan duyma zamanı gelmedi mi diye düşünmeye başlamıştım.

Geçtiğimiz şubat ayında bir gece yarısı, karımı geceliğiyle mutfakta dikilirken buluncaya dek, hayatımızın böyle korkunç şekilde değişebileceğini hiç düşünmemiştim.”

Kaynaklar: AP News -  K24

:
share
Siteyi Telegram'da Paylaşın
Siteyi WhatsApp'ta Paylaşın
Siteyi Twitter'da Paylaşın
Siteyi Facebook'ta Paylaşın