Röportajlar

Kıbrıs'ın hafızası Ahmet Erdengiz ve Kani Kanol'un cümlelerinde saklı!: 'Kıbrıs Türkünün yapısındaki halk İslamı çok farklı'

Can Sarvan

Dışarıdan ve yüzeyden bakıldığında Kıbrıs’ı anlamak, Kıbrıslıyı tanımak; incirin çekirdekleri kadar küçük bir meseleymiş gibi görünebilir. Oysa etli bir incirin içindeki çekirdek sayısı 2.000’i bulabiliyor. Bu çekirdekleri sabırla, teker teker sayabildiğiniz ölçüde Kıbrıs’ı ve onun kültürel zenginliğini anlayabilir, ruhuna biraz daha yaklaşabilirsiniz.

Çokkültürlülüğün ve çok katmanlı sömürge geçmişinin izlerini taşıyan bu coğrafyada, kimliğini arayan, bazen kendiyle çatışan bazen de komşusuyla bütünleşen bir halk yaşar. Kıbrıslıyı anlamak, onun bu tarihsel mirasla kurduğu ilişkiyi kavramak; yalnızca bilgi değil, emek ve duyarlılık da ister. İnciri çekirdekleriyle birlikte mideye indirenler için hayat belki kolay, Kıbrıs ise basit görünebilir. Fakat o çekirdeklerin anlamını sorgulamadan yutarsanız, bir noktada bu karmaşık gerçeklik midenize oturur. Kıbrıs’ı, bugün Kıbrıslının bile yabancılaştığı bu toprakları yeniden tanımak; geçmişe uzanmak, kökleri hatırlamak, belki de en çok bugünlerde iyileştirici olabilir.

Halk Sanatları Vakfı ve Derneği, HASDER'in 1986’dan bu yana yayımladığı Halkbilimi Dergisi’nin bana kattıklarına değer biçemem. Her sayısını heyecanla beklediğim bu derginin, arşivimde sele sepetli kapağıyla yer alan, teksir kağıdında çoğaltılmış ilk sayısı hâlâ duruyor. Zamanla sayısını unuttuğum pek çok röportaj gerçekleştirdim; ama “en önemlisi hangisiydi” derseniz, hiç düşünmeden aşağıda okuyacağınız derim. Çünkü bu söyleşi, yalnızca iki insanla değil; bir kültürle, bir birikimle, bir direnişle buluşmaktı: Kani Kanol ve Ahmet Erdengiz'le…

Halk Sanatları Vakfı ve Derneği (HASDER), 1986’dan bu yana düzenli yayımlanan tek dergiyi, Halkbilimi’ni yayımlıyor. Dergi Kıbrıs kültürünün yeni kuşaklara aktarılmasında en kapsamlı kaynak ve en önemli taşıyıcı konumunda. Çalışmalarınız çok değerli ancak bu çabalarınız için neredeyse hiç destek almıyorsunuz. Sizin gibi başka bir yayın kuruluşu Türkiye dahil başka bir ülkede olsaydı, çok ciddi destekler alırdı. Yalnız bırakıldığınızı düşünüyor musunuz?

Kani Kanol: En uzun yaşayan dergi olarak bakarsak, benim bilebildiğim Halkbilimi Dergisi tektir. Halkbilimi alanında Türkçe yayınlanan ilk dergidir. Bazı yıllar yayınlamak için çok zorlandık. Ancak daha sonra iki sayı birden yayımlayarak sürekliliği sağlamaya çalıştık. Sonuçta yayınlar günümüze kadar devam etti. Yalnız bırakıldık mı evet. Zaman zaman özel sektörden ve devletten katkı aldık ancak bu yeterli bir katkı olmadı hiçbir zaman. Biz HASDER bünyesinde böyle bir dergi çıkarmaya karar verirken hiçbir ticari kaygımız olmadı. 80’li yıllarda başlattığımız köy araştırmalarında elde ettiğimiz kültürel folklorik bulguları kalıcı olması için bir dergide toplamak ve kamuoyunun bilgisine getirmek istedik.

Yaptığımız araştırmalarda elde ettiğimiz bulgular bize Kıbrıslı Türklerin kendine özgü bir yapısı, bir kültürü ve bir kimliği olduğunu göstermişti. Bizim araştırmalara başladığımız ve ardından Halkbilimi’ni çıkarmaya başladığımız yıllara kadar, Kıbrıs'ta etnografik, folklorik çalışma yapanlar daha çok kültürümüzün Türklük değerlerini öne çıkarıyor ve yaygınlaştırmaya çalışıyordu. Bu görüşü benimseyenler devlet desteği ile yaptıkları yayınlarda, içinde yaşadığımız bu coğrafyada yüzyıllar içinde oluşan kültürün özellikle Kıbrıslı Türk ve Rum toplumlarının birlikte yaşayarak oluşturdukları ortak kültürün üstünü örtmeye yönelik yayınlardı. Biz ise bunun tersini ortaya koyuyor ve söylüyorduk. Öyle veya böyle Kıbrıs'ta oluşan ortak değerlerin, gelecekte bu adada yaşayan toplumlar açısından baktığımızda barışa daha çok hizmet edeceğine inandık. Diğer türlü ayrımcılığa ve daha milliyetçi bir yere çekildiğini ve toplumları daha da zıtlaştırdığını söyledik. O nedenle Kıbrıs kültürü diyoruz. Kıbrıs kültürünün altında kendine özgü değerleriyle bir Kıbrıslı Türk kültürü ve Kıbrıslı Rum kültürü de var elbette. Ama bunların yüzyıllar içinde ortaklaştığı alanlar da var.

Mesela biz halk bilimi alanında halk danslarında ve halk müziğimizde o dönem araştırmalar yapma ihtiyacı hissetmiştik ve baktık ki hakikaten, özellikle bu alanda ortak gelişen birçok değerimiz var. Halkbilimi Dergisi'ni yayınlamak bu çerçevede çok önemli ve gerekliydi. Böylece ortak kültürümüzü araştırmalardan çıkan veriler ve bulgularla ortaya koyacak, yaygınlaştıracak, görünür kılacak ve genç kuşaklara aktaracaktık. Önceleri çok büyük tepkiler gördük. Biraz sonra Ahmet Erdengiz arkadaşım o dönemde bizim bir sempozyumda sunduğu bildiri konusunda ve bu bildirinin devlet tarafından yayınlanan bir kitapta yer almasıyla neler yaşandığını anlatır size. Manşetlere çıktı, o da “Rumcu” oldu!

Bu tepkiler aslında o süreçte bizim doğru bir iş yaptığımızı ortaya koydu. Halk bilimi alanında yaptığımız çalışmalar yayınlanan dergilerde verilerle ortaya koyulduğu zaman, genel kabul görmeye başladı. Bir süre sonra bu konuda inatla eski görüşleri, resmi politikayı savunan kesimler de bu görüşlerin doğruluğunu benimsemeye başladı. Ama son zamanlarda, halk bilimi alanında yapılan bu çalışmaları geri döndürmeye, eski görüşleri yeniden gündeme getirmeye yönelik bir çaba var.

Kani Kanol: "Bu coğrafyayla hiç ilgisi olmayan bir yaşam tarzı, kültürü desteklenerek, örgütlenerek Kıbrıs kültürünün karşısına çıkarılıyor. Özellikle dini anlamda birçok vakıf, dernek vs. burada kurulmaya başlandı. Yurt dışındaki yapıların burada şubeleri açıldı. Ve bizim savunduğumuz değerlerin tam tersi savunulmaya başlandı"

Geriye döndürmenin hangi yapılar tarafından başlatıldığını düşünüyorsunuz?

Kani Kanol: Türkiye'den buraya göçen, gelen, yerleşen insanların bir kısmının örgütlenmesiyle, onların burada kendi kültürlerini yaşama ve yaşatmak için olanaklar yaratıldı. Bu coğrafyayla hiç ilgisi olmayan bir yaşam tarzı, kültürü desteklenerek, örgütlenerek Kıbrıs kültürünün karşısına çıkarılıyor. Özellikle dini anlamda birçok vakıf, dernek vs. burada kurulmaya başlandı. Yurt dışındaki yapıların burada şubeleri açıldı. Ve bizim savunduğumuz değerlerin tam tersi savunulmaya başlandı. Bu bir çatışma ortaya çıkardı. Ve bu gençler arasında şaşkınlık yarattı: 74 sonrasında buraya yerleşen insanlardan, karma evliliklerden doğan çocuklardan üyeler var aramızda. Kendilerini  Kıbrıslı gören, hisseden insanlar. Ama kendilerine başka yerlerde başka şeyler söyleniyor. Doğal olarak şaşırıyorlar. Yeni nesil nereye inanacağını, neyi savunacağını haklı olarak karıştırmaya başladı. Buradaki kültüre sahip çıkalım, buradaki kültürü hep beraber yaygınlaştıralım, geliştirelim diye düşünürken veya o yönde giderken, müdahale ediliyor, taciz ediliyor, rahatsız ediliyorlar. Ve bunun ciddi bir müdahale, toplum mühendisliği olduğunu düşünüyorum ben.

Yalnız bırakıldık mı evet, bırakıldık. HASDER gibi bu değerleri savunan örgütler sürdürülebilir olma konusunda, fon yaratma konusunda, desteklenme konusunda yalnız bırakıldılar. Türkiye'nin burada çok güçlü bir şekilde fonladığı, desteklediği, çok büyük paralar akıttığı yapılar ve örgütlenmeler var. Ve onlar da şimdi kendi ideolojilerini, kendi düşüncelerini burada halk içinde, toplum içinde, farklı alanlarda yaymak için her yolu deniyorlar. Bizim daha önce yaptığımız her türlü çalışmayı, izlediğimiz her yolu kendi ideolojileri ve politikaları doğrultusunda artık bu yeni örgütlenmelerin yaptıklarını görüyoruz.

Daha önce yapılan çalışmaları dikkate almadan, bilimsel veriler ortaya koyma, kanıtlama ihtiyacı duymaksızın tüm kültürümüzü Osmanlı kökenli addeden, ısrarla ve saptırarak Kıbrıs’ta kültürel mozağin nerdeyse bütünüyle Osmanlı kökenli olduğunu savunan ve finansal destek alarak bu görüşleri yaygınlaştıran bir kesim var. Bu eskiden de vardı belki ama zamanla arttı ve destek bularak örgütlendi...

Ahmet Erdengiz: Unutmamamız gereken bazı noktalar var. Birincisi, Türkiye'yle olan kültürel bağlantılarımız yeni bir olay değil. 40’lı ve artan yoğunlukta 50'li yıllarda Türkiye'den sürekli buraya öğrenmenler, eğitmenler geliyordu. Pekala, neden o dönemde, yani 40'lı, 50'li yıllarda Kıbrıslı Türkler veya daha doğru bir deyişle Kıbrıslı Türk liderliği kendisini Türkiye'nin bir parçası, Türk kültürünün bir parçası olarak görüyordu? Sebebi gayet basit. Bence bu bir egzistansiyallikle, varoluşla ilgili. Çünkü 40'lı 50'li yıllarda, Kıbrıs Türk toplumu ekonomik açıdan, okuryazarlık oranları açısından, her yönüyle Rum toplumuna kıyasla çok daha zayıf. Ve o dönemin liderliğine bakarsanız, özellikle koloni döneminde yetişen yeni nesil liderliğe, Denktaş gibi, Dr Küçük, Osman Örek gibi o dönemin liderlerine bakarsanız, bu resmi tarih anlayışının, yani ‘Kıbrıs Türkleri Türktür’, ‘kültürleri Türkiye'deki kültürdür’, ‘halk dansları Türkiye'deki halk danslarıdır’, şarkıları, türküleri veya kıyafetleri aynıdır söylemini bir silah olarak kullanmayı seçtiği görülür. Ve haklıydılar. Gerek nüfus olarak gerekse elimizdeki fiziki silah miktarı Rumlara kıyasla çok azdı. Karşı toplumdan kendisini nasıl koruyacaktı? O dönemin liderliği, 50'li yılların sonlarına doğru TMT’nin ortaya çıkmasına ve askeri anlamda silahlanmanın başladığı döneme kadar adapte edilen bu resmi ideolojiyi sıkı bir şekilde savundu çünkü bu toplumu ayakta tutmak için tek silahtı.

Ahmet Erdengiz: "1890'lı yıllarda dahi dönemin müftüsü İstanbul'a sürekli listeler gönderiyor: İşte filan köy, falan köy Hristiyanlaştırılıyor ve bakıyorsunuz hakikaten köyler Türk köyü, herkes Türk ama Rumca konuşuyor"

Orada bir parantez açıp, o yıllarda Türkçe konuşamazsan, Rumca konuşursan 5 şilin ceza verilmesi gibi olaylar kendi olağan sürecinde gelişmedi herhalde değil mi? Baskıyla bu durum yaratılmadı mı?

Ahmet Erdengiz: Zaten gelişmesi de mümkün değildi. Sebebi de gayet basit: Fakir bir toplumsunuz. Gerektiği kadar öğretmeniniz yok. Okulunuz yok. Özellikle Baf, Dillirga dediğimiz Erenköy ve Karpaz köyleri süratle Rumlaşıyor. Daha başka böyle çok köy var. 1890'lı yıllarda dahi dönemin müftüsü İstanbul'a sürekli listeler gönderiyor: İşte filan köy, falan köy Hristiyanlaştırılıyor ve bakıyorsunuz hakikaten köyler Türk köyü, herkes Türk ama Rumca konuşuyor. Kaldı ki artık Kıbrıs toprağı İngiliz protektorası olmuş. Bunun çeşitli nedenleri var.

Linobambaki meselesinden Rumca konuşanlar da vardı. Bir kısmı özünde Rumdular ama az vergi ödemek için Müslümanlığı kabul etmiş gibi görünmeyi tercih etmişti…

Ahmet Erdengiz: Linobambaki meselesinin çok ötesinde bir şeydi bu. Aslında Türkler bazı bölgelerdeki ortak yaşam nedeniyle Türkçeden çok Rumca kullanmak zorunda kalıyorlardı. Benim büyük babaannem düzgün Türkçeyi 74'ten sonra Kuzeye geldikten sonra öğrendi. Ki bizim Baf'taki ailenin, baba tarafını Salihlioğullarına bağlıyoruz, bizim akrabalarımızı Türkiye’de bulabiliyoruz. Babaannemin köyü bir Türkmen köyü. Karışık köyler var, Türkleşmiş köyler var, Linobambakiler var. Ama Baf’taki babaannemin köyü öyle değil. Bunlar öz Türk.

O dönemde Rumlar ekonomik olarak ve siyaseten daha güçlü olduğu için, onlarla ilişki kurabilmek için mi Rumca konuşuyorlardı?

Ahmet Erdengiz: Tabii ki. Mesela babamın köyü Dereboyu (Evretou), Trimithousa’dır (Uzunmeşe). Biri 50 hanelik, diğeri 60 hanelik köyler bunlar. İki yan yana Türk köyü. Çevrelerine baktığınız zaman tüm köyler Rum köyleri. Araziler, sular oradaki manastırlara ve kiliselere ait. Türk köylüsü arazi kiralayacak, manastırdan kiralayacak. Rumlardan kiralayacak. İşte borç para bulacak, gidip bir Rumdan borç para alacak. Ticaret nerdeyse tamamen Rumların elinde. Dolayısıyla o lisanı öğrenmek zorunda. 

"Rumca konuşuyorsa bir Kıbrıslı Türk 5 şilin ceza, 10 şilin ceza kesiliyordu. Bu o kadar katı uygulandı ki köylerde insanlar kahvelerde oturur, bütün gün tavanı seyrederlerdi. Çünkü biliyorlardı ağızlarını açarlarsa Rumca bir şey söyleyecekler. O kadar yaygındı"

Kani Kanol: Azınlık olunca bunun böyle olması doğaldı.

Ahmet Erdengiz: Tabii. Dolayısıyla, Türk liderliğinin geliştirdiği Türkçe konuşulması politikası bugün için yanlış ama o günün mantığı içerisinde doğru bir silah olarak kullanıldı. Dediğiniz gibi Rumca konuşuyorsa bir Kıbrıslı Türk 5 şilin ceza, 10 şilin ceza kesiliyordu. Bu o kadar katı uygulandı ki köylerde insanlar kahvelerde oturur, bütün gün tavanı seyrederlerdi. Çünkü biliyorlardı ağızlarını açarlarsa Rumca bir şey söyleyecekler. O kadar yaygındı. Ancak o günün şartları içerisinde Kıbrıs Türk liderliği ne yapabilirdi ki? Hiçbir şey. Yapabileceği fazla bir şey yoktu. Tamam, bunu daha iyi yönetebilirlerdi. Daha düzgün şartlarda yapabilirlerdi. Ama bu aynen Covid salgınına benziyor. Covid bir anda ortaya çıktı. Kimse ne yapacağını bilmez durumdaydı. Abuk subuk işler yaptı bilim insanları. Bu durum, bu resim Kıbrıs Türk liderliğinin önüne geldiğinde ki ‘Kıbrıs Türk liderliği’ derken de böyle ahım şahım entelektüel dünyayı bilen bir liderlik yok o zaman, fazlaca alternatif tedbir üretemediler.  Arada sivrilenler var ve bir de Kıbrıs Türk toplumunun en zayıf noktalarından da biri olarak liderlik kavgası var. Dolayısıyla bu sivrilenlerin yapabileceği şeylerden biri buydu.

Kani Kanol: 74'e kadar olan sürede Kıbrıslı Rumların hegemonyası altında olan Kıbrıslı Türkler, 74 sonrasında da çok açık bir şekilde Türkiye'nin hegemonyası altına girdi.

Ahmet Erdengiz: 1960’a geldiğimizde Cumhuriyet kuruluyor. Ancak çok kısa ömürlü. Ve Cumhuriyet de aslında öyle herkesin ‘oh rahat ettik’ dediği bir dönem değil. Aslında kazan gizli gizli kaynıyor. Gerek Rumlar arasında hâlâ daha Enosis rüyası görenler var, gerek bizim liderlikte bu Cumhuriyeti benimsememiş olan insanlar var. Kazan kaynıyor. Ve 2,5 yılda bu kazan taşıyor. Şimdi o noktaya geldiğimizde ki unutmayalım, TMT dönemine girdiğimizde yani 58'li yıllardan sonra biz neredeyse bütün yönetim erkimizi Türkiye'den gelen TMT komutanlarına devrediyoruz. Yani onların son yayınlanan hatıratlarına falan baktığınız zaman adamlar diyor ki ‘biz yönetiyorduk’. Yani bunun Türkçesi bu. Dolayısıyla o dönemde de kültürel yapının, Kıbrıslı bir kültürel yapı olarak kendini belirlemesi mümkün değil. 63'e geliyoruz. Daha da felaket bir durum. 63'te bu kültürel silah daha da katı halde uygulanmaya başlıyor gettolarda. Çünkü Rumlar bize şunu yapacak bunu yapacak söylemi bitmiştir. Artık fiilen Rum saldırıları, katliamları başlamıştır.

63'ten 68'e kadar, Rum saldırılarına paralel olarak, bu hayatı her yönüyle kontrol eden  baskılar daha da artıyor. Ve o dönemde de  kıbrıs Türk kültürü ile ilgili fazla bir araştırma yok. Hani, tamam biz resmi ideolojiyi yaşamsal nedenlerle sürdürelim ama bu arada entelektüeller de araştırsınlar gibi bir şeye gerek de yok, araştıran da yok. Zaten bizim öyle bir geleneğimiz yok. 1960’lı yılların sonuna kadar okuryazarlarımıza baktığınız zaman ya tamamen Türkiye merkezli entelektüellerimiz var veya İngiltere merkezli. Dolayısıyla Kıbrıs Türk kültürünü araştırmaya gerek duymuyorlar. Buna mukabil Rum toplumunda, her türlü milliyetçilik akımının had safhaya çıkmasına rağmen bunu araştıran, o dönemin standartları içerisinde oldukça bilimsel olarak araştıran insanlar var.

1920'li yıllarda mesela Rumlar halk danslarını, halk müziğini notaya alıyorlar ki bunların bir kısmı ortak kullandığımız müziklerdir. Dolayısıyla Kıbrıslı Türkler açısından bu tür araştırmalar 60'lı yıllarda da imkansız hale geliyor. 68'de ne oluyor? 68'de Rumlar barikatları kaldırıyor, yurt dışına gitmek, özellikle üniversite öğrencilerinin Türkiye'ye gitmesi mümkün hale geliyor.
Türkiye’ye gidiyorlar ama giden gençlerimizin fazlaca ideolojik bir birikimi de yok.  Öncelikle  sol akımlarla karşılaşıyorlar. Daha henüz bildiğimiz sol değil ama bir sol var. İşte Yön dergisi, şunlar bunlar etrafında belirlenen sol akımlar var. Bir de Kıbrıs Türk'ünün pek de aşina olmadığı, Türkeş'in o dönemde başını çektiği sağ akımlar var.

"Kıbrıslı Rumu Kıbrıslı Türkü, hepimiz Kıbrıslıyız. Kıbrıs Türkü bakıyor ya Kıbrıslıyım ama ben Türkçe konuşuyorum. Ben evet camiye gitmiyorum ama Müslümanım. Bu da bir tepki yaratıyor toplumda"

Ama ilginç tarafı, Kıbrıslı Türk öğrencilerin pek çoğu Türkeş'in Kıbrıslı olduğunu dahi bilmiyor. Çünkü o kadar uzak bunlara. Ve zamanla, artık 70'li yıllara yaklaşırken Kıbrıslı Türk gençliğin büyük bir bölümü tümü değil ama önemli bir bölümü sol ideoloji içerisinde şekillenmeye başlıyor. Orada aslında Kıbrıs Türkünün tamamen benimsemediği şeyler olmaya başlıyor: İşte hepimiz, Kıbrıslı Rumu Kıbrıslı Türkü, hepimiz Kıbrıslıyız. Kıbrıs Türkü bakıyor ya Kıbrıslıyım ama ben Türkçe konuşuyorum. Ben evet camiye gitmiyorum ama Müslümanım. Bu da bir tepki yaratıyor toplumda. Ve bu kendisini nerede gösteriyor? Sol o dönemde çok katı. Kıbrıs Türk solu diyor ki benim partim AKEL. Hatta burada bir parti kurulmasına, Türk tarafında bir parti kurulmasına bile karşı çıkıyor bazı çevreler.

Kıbrıs Türkü bakıyor ya bu AKEL dediğin görünüşte sol görünüyor amma sağ vuruyor sürekli. Yani Enosis kararlarının altına imza atmış bir AKEL var. En azından böyle görüyor Kıbrıs Türkü ve reaksiyon olarak yeni bir şey çıkıyor ortaya: İlk defa bu adada Ülkü Ocakları devreye giriyor. Başını Denktaş Bey'in oluşturduğu Gençlik Dairesi var. Fikret Kürşat, Ahmet Ötüken gibi isimler Türkiye'deki o sağ ideolojiyi yani MHP odaklı ideolojiyi getiriyorlar ve Kıbrıs’ta bir çevre oluşturuyorlar. Dikkatinizi çekerim, daha Türkiye kökenliler burada değil. Ama buradaki sola reaksiyon olarak doğan ve resmi makamlar tarafından da bol keseden finanse edilen, desteklenen bir oluşum çıkıyor ortaya.

"Bizim sağdaki partilerin ve Denktaş'ın da işine geliyordu bu. Ülkü Ocakları kullanılıyordu. Ses çıkarmıyorlardı. Ama 70'li yıllarda kendi içindeki bir kaynamadan sonra Ülkü Ocakları’nın ismi dahi değişiyor ve ‘Ocak’ oluyor ismi. Ocaklar meydana çıkıyor. Bunun içerisinde çok ilginç karakterler var. Mesela rahmetli Raif Denktaş dergimizi basıyor. O dönemde Ocak dergisi var, Raif matbaada ücretsiz basıyor dergiyi. Demek istediğim şu: Yani sağın çıkışı ve organize olması Türkiye'ye giden gençlerin adaya dönmesiyle başlıyor. Aynı şekilde solun da"

Kıbrıs’ta Ülkü Ocakları’nın kurulmasının tam tarihi nedir?

Ahmet Erdengiz: Size tam tarih veremem ama Ülkü Ocakları’nın 74 öncesinde var olduğunu söyleyebilirim. Bu kesin.

Kani Kanol: 63 - 74 arası olan dönemde örgütlenen bir yapıdır bu. 

Ahmet Erdengiz: Evet 74 öncesi vardılar. Biz buradaki Ülkü Ocakları’nı Kıbrıslılaştırmaya kalktık ancak 70'li yıllarda Ülkü Ocakları’nın kontrolünü yitirdik. İşin Türkçesi bu. Artık neredeyse Ankara talimat veriyor, Ülkü Ocakları burada yapıyordu. Bizim sağdaki partilerin ve Denktaş'ın da işine geliyordu bu. Ülkü Ocakları kullanılıyordu. Ses çıkarmıyorlardı. Ama 70'li yıllarda kendi içindeki bir kaynamadan sonra Ülkü Ocakları’nın ismi dahi değişiyor ve ‘Ocak’ oluyor ismi. Ocaklar meydana çıkıyor. Bunun içerisinde çok ilginç karakterler var. Mesela rahmetli Raif Denktaş dergimizi basıyor. O dönemde Ocak dergisi var, Raif matbaada ücretsiz basıyor dergiyi. Demek istediğim şu: Yani sağın çıkışı ve organize olması Türkiye'ye giden gençlerin adaya dönmesiyle başlıyor. Aynı şekilde solun da. Bu defa sağ bu işi nasıl götürecek? Kıbrıslılık unsurunu madem ki sol söylüyor. öyleyse ben onun tam zıddını söylemeliyim diye düşünüyorlar. Kimse bunu oturup bilimsel bir yönden bir araştırma, soruşturmanın neticesinde yapmıyor.  O dönemin bu konuda kafa patlatıp yazanlarından biriyim. Ocak dergisi de çıkıyor. Alıyoruz solun beyaz dediğine biz siyah diyoruz. Bizim siyah dediğimize onlar beyaz diyor. Böyle birbirimizle didişiyoruz.

Arkadaşlarda o dönemde ideolojik bir birikim yok. Çünkü sağın zaten ideolojik yapısı pek öyle entelektüel bir yapı değil. Dolayısıyla bugüne kadar sağ partiler bu yapıyı fazlaca değiştirmeden bugünlere kadar geldiler. Tamam günümüzde Türk Ocakları yok. Artık Kıbrıslı Türklerin bulunduğu Ülkü Ocakları yok. Ama bu defa da bunu sürdürebilecekleri bir aktarma nüfus var. Yani Kıbrıslı yapılar yok artık. Ama bunu sürdürebilecekleri başka yapılar var.

Gelen Türk giden Türk meselesi…

Ahmet Erdengiz: Evet, çünkü baba Denktaş bunu çok güzel anladı. ‘Ben’ dedi; ‘Ülkü Ocakları’na, şunlara bunlara güvenmeye kalkarsam, işler iyice çıkmaza girecek’. Bu defa işte o gelen giden Türk meselesi ortaya çıktı.

Siz Ocak kültürü de aldınız. Daha sağdaydınız ama sonunda buna tepki gösterdiniz herhalde…

Ahmet Erdengiz: Tabii yani ben Ülkü Ocakları dönemini bilmiyorum çünkü ben de yurt dışındaydım. Ama ocak, Türk ocakları haline geldiği dönemde ben buradaydım ve orada fiilen de bulundum. Bir müddet sonra bu yapının zayıf noktalarını görebiliyorsunuz. Yani entelektüel, araştırmacı, gerçekçi yapıdan çok uzaktaydı. Bu, o dönemde ocaklara dahil olan arkadaşların pek çoğunun Türk ocağından kopmasına neden oldu.

Yani daha oportünist ve devlete yakın olan, siyasilere yakın olan bir yapısı vardı…

Ahmet Erdengiz: Tabii, neticede siyasilerin elinde bunlar oyuncak haline geliyor. Hatta çok ilginçtir, mesela kuruluş aşamasında Türk ocaklarına gelen Işılay Arıkan gibi bugün Kıbrıs Türk İslam Kültür Cemiyeti’ni oluşturan, ayakta tutan isimler var. Onlar da ayrıldılar. Kendi ajandalarına uygun olarak ocaklara İslamiyeti enjekte edeceklerdi diye düşünüyorum. Ama yapı bunu da istemiyordu. Yapı sadece bağıracak, çağıracak, bayrak sallayacak, duvarlara ne bileyim yazı yazacak bir ekip istiyordu. Dolayısıyla Kıbrıslı Türklerin orada kalması ve bunu sürdürmesi mümkün olmadı ve dağıldı.

Kıbrıslı Türk ve İslam sentezi görüşleri günün sonunda Türkiye'deki İslami yapılardan etkilenerek mi gelişti?

Ahmet Erdengiz: Hiç alakası yok. Ada’da Osmanlı döneminde iki toplum var:  Müslümanlar ve Zımmiler yani gayrimüslimler. Osmanlının idare şeklinde Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar olarak ayrılıyorlar. Osmanlı arşivlerine giriyoruz ki ben son dönemlerde çokça kullanıyorum o arşivleri, Türk kelimesi, hakikaten, samimi söylüyorum, geçmiyor. Yok. Osmanlının öyle bir düşüncesi de yok. Kıbrıs'a da o şekilde yaklaşmıyor. Ancak bizim unuttuğumuz çok önemli bir husus var: Kıbrıs 1571'de Osmanlı yönetimine geçtiğinde zaten Doğu Akdeniz'deki Kıbrıs'ı önemli kılan tüm nedenler ortadan kalkmıştı. Ticaret Afrika'yı dolaşıp giden filolar tarafından sürdürülüyordu. Artık Orta Doğu'daki o Sayda, Sur, Beyrut veya İskenderiye gibi limanlardaki ticaret ölmüştü. 1571'de zaten ölmüştü. Kıbrıs'ın ihraç ürünü olan iki önemli şey pamuk ve şeker artık tamamen Amerika'ya kaymıştı. Ve Osmanlı zaten Amerika'dan gelen gümüş nedeniyle büyük bir enflasyon geçiriyordu. Kanuni döneminde başladı, İkinci Selim döneminde para tepetaklak olmuştu. Yani Akçe'nin içerisindeki gümüş miktarı neredeyse sıfırlanmıştı.

"Osmanlının 17. yüzyılda başlattığı, gerekirse güç kullanarak Alevilerin veya Şiilerin Sünniliğe geçirilmesi süreci Kıbrıs'ta bu çok hızla oluyor. Bizde Alevi kökenli zaten herkes ama hiçbir baskı yok"

Dolayısıyla 1571'den başlayarak 1640'lı yıllara geldiğimizde zaten Kıbrıs adası çok fakirleşmişti. Artık ihracat yapamayacak derecede fakirleşmişti. Sadece çok ufak tefek şeyleri Anadolu'ya satabiliyordu. Akdeniz ticaretinden kopmuş bir ülkeydi. Sıtma kırıp geçiriyordu. Osmanlının adaya sürdüğü, sürgün metoduyla gönderdiği Türkmen asıllı Türklerin büyük bir bölümü ya Anadolu'ya kaçmaya çalışıyor veya kırılıp ölüyordu. Dolayısıyla adada önemli bir Türk varlığı veya Türkmen varlığı kalmıyordu. Bir taraftan da Osmanlının 17. yüzyılda başlattığı, gerekirse güç kullanarak Alevilerin veya Şiilerin Sünniliğe geçirilmesi süreci Kıbrıs'ta bu çok hızla oluyor. Bizde Alevi kökenli zaten herkes ama hiçbir baskı yok. Bu süreç Kıbrıs’ta köyleri yakıp yıkarak, keserek, asarak Anadolu'da olduğu gibi yapılmıyor. Bizde öyle Kuyucu Murad Paşalar da yok. Ama zaten gelen Türkmen nüfus o kadar fakir durumda ki Merkez bunları istediği gibi çekip çeviriyor.

Mesela Lapta köyü var o dönemde. Geçenlerde arşivden bulup çıkardık.1605 yılında oraya imam atanması için talimat gelmiş. Merkez artık bırakın Aleviliği vs., 1605 yılında fetihten sadece 30 yıl sonra olay kapanmış zaten millet Sünni olmuş. Dolayısıyla Osmanlının gözünde adada Müslüman var, Hristiyan var.

Ama Osmanlının Kıbrıs’a gönderdikleri çoğu kez Aleviydi. İsyankâr oldukları için adaya gönderilmişlerdi…

Ahmet Erdengiz: Hepsi Aleviydi. Bazıları isyankâr olduğu için,bazıları adanın reklam edilen tarlalarına kapıldığı için geldi. O dönemde 74'te olduğu gibi duyurulan verimli tarlalardan bahsediliyordu. II. Selim'in o meşhur fermanı var: 1 ekip 100 alacaksınız falan gibisinden... Buraya öyle gelmişler. Ancak o sürgün fermanlarını incelediğinizde ki ben onların bazılarını geçen yıl yayınlamıştım, ferman diyor ki malları, mülkleri, her şeyleri satılsın ki ilişkileri kesilsin. Dolayısıyla bu Türkmen unsurlar adaya geliyor ve hiçbir şeyin söylendiği gibi olmadığını görüyor. Kendilerinin o göçebe veya yarı göçebeye yaşam tarzını adada sürdürmek mümkün değil. Sadece Anadolu Türkmenleri değil, bir miktar Suriye'den gelen Türkmen de var gelen. Ama çoğu o zamanki Osmanlı kayıtlarında Türkmen veya konar göçer tâifesi olarak geçiyor veya göçebe deniyor. Türkmenliği de zaten öyle pek imanla da kullanmıyorlar. Kıbrıs Türkünün sahip olduğu İslami değerler veya İslami yapı evet Türkiye'den sürekli etkileniyor, din adamları zaten Türkiye'den geliyor.

"Kıbrıs'ta gelişen İslama baktığınız zaman, resmi İslam İstanbul'un aynısı. Sünni, yönetici sınıf zaten öyle olmak zorunda. Ama halk İslamı heterodoks bir İslam. Çünkü zaten Sünni değil. Getirmiş o inancı"

En önemlisi yanı başımızda bir Mevlevihane var. Adada hiçbir kültürel faaliyet yok. Okuryazarlık oranı çok düşük. Adanın eğitim merkezi Mevlevihane, Lefkoşa'da veya Mağusa'da açılan diğer Mevlevi tekkeleri. Diğer tekkeler de var. Bir iki tane Alevi Bektaşi tekkesi var. Ama onlar pek bir şey yapamıyorlar. Zaten kendilerini gösteremiyorlar. Halkla iç içe değiller. Dolayısıyla Kıbrıs'ta gelişen İslama baktığınız zaman, resmi İslam İstanbul'un aynısı. Sünni, yönetici sınıf zaten öyle olmak zorunda. Ama halk İslamı heterodoks bir İslam. Çünkü zaten Sünni değil. Getirmiş o inancı. Bir de kendisinden daha güçlü yapıya sahip olan Rum toplumundan etkileniyor. Alıyor veriyor. Kültürel yapı böyle zaten. Halk kültürü zaten çok kolay etkileniyor birbirinden. 

Şeyh Nazım ve çevresinde oluşmaya başlayan Nakşibendi tarikatı... Nurcu Yeni Asyacılar grubu... 80'li yıllarda muazzam paralar akıttılar Kıbrıs'a, kimsenin ruhu duymadı. Bunlar Kıbrıslı Türkler arasında da yayıldılar bayağı. Kitabevleri vardı....

Dolayısıyla adadaki İslami yapı kendine has gelişiyor. Ve 40'lı yıllara geldiğimizde, yani Doktor Küçük dönemine geldiğimizde Dr. Küçük'ün en önemli mücadelelerinden biri de Türkiye'den gelen din adamları ve bizim aramızda gelişmeye başlayan, filizlenmeye başlayan Nakşibendi tarikatı. Şeyh Nazım ve çevresinde oluşmaya başlayan Nakşibendi tarikatı ve o dönemde tarikata giren birtakım Kıbrıslı Türkler de var. Bunlar Dr. Küçük'e karşı fazlaca seslerini çıkartamıyorlar. Çünkü Dr. Küçük hem toplum tarafından seviliyor hem de elinde Halkın Sesi gibi güçlü bir alet var. Onu kullanıyor. Yani başlarına da vuruyor onu. Ve yine de Kıbrıs'ın geneline baktığınızda, Türkiye'ye kıyasla farklı, oldukça liberal bir İslami yapı var. Yani bugün buraya empoze edilmeye çalışılan yapıyla hiçbir alakamız yok. Bunu tabi başka bir forumda daha detaylı izlemek lazım ama bizim gözümüzden kaçan Nurcu Yeni Asyacılar grubu var. 80'li yıllarda muazzam paralar akıttılar Kıbrıs'a, kimsenin ruhu duymadı. Bunlar Kıbrıslı Türkler arasında da yayıldılar bayağı. Kitabevleri vardı.

Kani Kanol: Dr. Küçük Nakşibendilerin adaya gelişini yasaklamıştı.

O aradaki ilişkilerden biraz bahsedebilir misiniz?

Ahmet Erdengiz: En önemli konu şu: bir defa Kıbrıs Türkü çeşitli nedenlerden dolayı Atatürkçü. Atatürk devrimlerini benimsemiş. Bunda tabi İngiliz yönetiminin de tesiri var.
Ama şu veya bu nedenle Atatürk devrimlerini benimseyen bir toplum. Dolayısıyla Dr. Küçük ve çevresindekiler bu taassupla mücadele halindeler. Kendine rakip olarak görmüyor belki Şeyh Nazım'ı ama Şeyh Nazım mesela çıkıp Ayasofya Selimiye Camii'nde bir cumada hutbe okuduğu zaman veya bir bayram vaazı verdiği zaman bu toplumda dalgalanmalara neden oluyor. Dolayısıyla Şeyh Nazım'ın adadan gönderilmesi lazım, gönderiliyor. Ama Şeyh Nazım'ın attığı tohumlar hiçbir zaman kurumadı. 

"Benim dedem Ömerge Camisi’nin son kayyumu ve müezzini, Tenekeci Ahmet Seyfi Efendi’dir. Her gece yemeğini yer, istediği zaman içkisini içer; sabahleyin camiye gider ezan okur, gerekirse imamlık yapardı. Öyle bir adamdı. Evde biz, aklımız kesmeye başladığı yaşa geldiğimizde sorardık ‘dede hani içki içmek günah değil miydi?’; ‘Tabii oğlum günah. Bu gece biz içki içiyoruz. Günah terazisi aşağıya indi. Yarın iyilik yapacağız. Terazi dengelenecek.’ derdi"

Kani Kanol: 80’den sonra Türkiye’de Turgut Özal dönemi ve Türk- İslam sentezi politikaları gündeme gelince Nakşibendi tarikatı Lefke’de çok ciddi bir örgütlenme ve kurumsallaşma dönemine girdi.

Ahmet Erdengiz: Ancak o dönemde Türkiye’de  bilinçli bir politika sergilenmiyor. Arada bir müftü eksiliyoruz yerine bir müftü geliyor, onu da Kıbrıs Türkü sonunda gönderiyor. Yani Dr. Küçük ve arkadaşlarının gösterdiği reaksiyon ve toplumun gösterdiği reaksiyon Türkiye'den vakit vakit gönderilen müftülerin de hemen adadan gitmesine neden oluyor. Barındırmıyorlar. Çünkü Kıbrıs Türkünün yapısındaki halk İslamı çok farklı. Kendimden örnek vereyim size: Benim dedem Ömerge Camisi’nin son kayyumu ve müezzini, Tenekeci Ahmet Seyfi Efendi’dir. Her gece yemeğini yer, istediği zaman içkisini içer; sabahleyin camiye gider ezan okur, gerekirse imamlık yapardı. Öyle bir adamdı. Evde biz, aklımız kesmeye başladığı yaşa geldiğimizde sorardık ‘dede hani içki içmek günah değil miydi?’; ‘Tabii oğlum günah. Bu gece biz içki içiyoruz. Günah terazisi aşağıya indi. Yarın iyilik yapacağız. Terazi dengelenecek.’ derdi. Bu adam 30'lu yıllarda milli mücadeleye yani burada Rumlara karşı verilen mücadeleye tüm varlığıyla katıldı. Rum terör örgütü EOKA’nın öldürdüğü ilk Türk kadını, küçük kızı, halam Peyker Ahmet’ti. Hiçbir tutuculuğu yoktu. Aynı zamanda evinde Atatürk resimleri vardı. 

Kani Kanol: Mesela, Selimiye Camii’nin müezzinlerinden Ahmet Gürses, bütün cenazeleri kaldıran tanınmış bir kişilikti. Onun da düzenli içkisini içtiği söylenirdi. Bu hiçbir zaman sorun olmadı. 

Ahmet Erdengiz: Ramazan geldi mi farklıydı. Ramazan’da bizim evde içkiler, her şey kalkardı. Ramazan'da oruç da tutulurdu. Hep öyleydi. Lefkoşa'da tüm meyhaneler boşalırdı. 60'lı, 70'li yıllara kadar bu hep böyleydi. Oruç tutanlara saygı gösterilirdi. Ama o ay bittikten sonra da içkisini içen keyfini sürerdi. Kimse kimseye karışmazdı.

"Koloni idaresinin istediği Müslümanlık ise tam Nakşibendi yani Şeyh Nazım Müslümanlığı. Çünkü İngilizler vakıfları yönetiyor. Vakıflara el koyulmuş. Napolyon'un Mısır'da yaptığı gibi kendisini Müslümanlara sempatik gösterecek. Dolayısıyla yeni nesil liderlik artık Osmanlı denen hiçbir şeye sahip çıkmak istemiyor ve alfabesini anında değiştiriyor"

Kıbrıs’ta Kemalizmin kökleşmesi sadece Dr. Küçük faktörüyle mi açıklanamaz herhalde…

Ahmet Erdengiz: Sadece o değil. Birincisi, o dönemde Kurtuluş Savaşı sürüyor yanı başımızda. Kıbrıs Türkleri için Kurtuluş Savaşı çok önemli. Çünkü kime karşı savaşılıyor? Yunan'a karşı savaşılıyor. Kıbrıs Türkü de burada azınlık olarak Rumlardan korkuyor. Ayrıca İngilizlere karşı savaşılıyor. Dolayısıyla en azından bunları pataklayacak birileri çıktı Anadolu'da diye bakıyor. Kıbrıs Türkü varını yoğunu satıp yardım ediyor. Yani mücevherler gidiyor, adamın birinin atı varmış atını satıyor falan. Anadolu'ya verebildiği kadarıyla parasal yardımda bulunuyor. Dolayısıyla Anadolu'ya karşı büyük sempati besliyor. Türklüğün kurtuluşu Anadolu'nun kurtuluşu ile olacak diye düşünüyor. İstanbul o zaman elden gitmiş çünkü. Dolayısıyla Anadolu'ya büyük bir sempati duyuyor. Ardından Atatürk devrimleri başlıyor. O şartlarda bile, yani 30'lu yıllarda Kıbrıs'a öğretmenler, eğitmenler geliyor Türkiye'den. Kıbrıs Türküne yardım eli uzatacak başka biri yok. Dolayısıyla o gönül bağı çok kuvvetli. Devrimler geliyor. Eski Türkçe okuyup yazma zaten gözden düşmüş. Sebebi, 40'lu yıllardan başlayarak Kıbrıs’ta koloni idaresinin altında yeni ve Batıya daha dönük  bir entelijansiya yetişiyor. Koloni idaresinin istediği Müslümanlık ise tam Nakşibendi yani Şeyh Nazım Müslümanlığı. Çünkü İngilizler vakıfları yönetiyor. Vakıflara el koyulmuş. Napolyon'un Mısır'da yaptığı gibi kendisini Müslümanlara sempatik gösterecek. Dolayısıyla yeni nesil liderlik artık Osmanlı denen hiçbir şeye sahip çıkmak istemiyor ve alfabesini anında değiştiriyor. Zaten İngiliz idaresinden Latin alfabesine biz aşinayız. Zaten okuryazarlarımızın tümü İngilizce öğreniyor. Öğrenmek zorunda. Hani devlette çalışmak istiyorsanız İngilizce de öğrenmek zorundasınız. Dolayısıyla bu çok aşina olduğumuz bir şeydi.

Röportajın ikinci bölümü önümüzdeki günlerde yayımlanacaktır.

:

Yorumunuz

share
Siteyi Telegram'da Paylaşın
Siteyi WhatsApp'ta Paylaşın
Siteyi Twitter'da Paylaşın
Siteyi Facebook'ta Paylaşın