Can Sarvan
Kıbrıs Türk kimliği, yalnızca tarihsel bir varoluşun değil, yüzyıllar boyunca adada şekillenen çok katmanlı kültürel gelişimin yansımasıdır.
Araştırmacı, yazar Dr. Ahmet Cavit An, bu varoluşun izini süren kapsamlı çalışmalarında arşiv belgelerini ve sözlü tarihi bir araya getirerek Kıbrıslı Türklerin kökenine, diline, inanç yapısına, kültürel etkileşimlerine ve siyasal dönüşümüne ışık tutuyor.
Ahmet An’a göre, kimlik meselesi yalnızca etnik bir tanımlama değil; kültürel üretimin sürekliliğiyle doğrudan ilişkili bir olgu. Bu nedenle, Kıbrıs Türk kültürünün belgelenmesi, arşivlenmesi ve yeni kuşaklara aktarılması bugün her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.
“Bir vakıf kurulması şart” diyor Dr. An; çünkü bu adım, hem geçmişin izini korumak hem de geleceğin kültürel mirasını güvence altına almak için bir dönüm noktası olabilir.
Kıbrıs’ın siyasal, kültürel ve basın tarihi üzerine onlarca temel eser kaleme alan Ahmet Cavit An’ın çalışmaları, Kıbrıs Türk tarihinin en kapsamlı araştırmaları arasında yer alıyor. “Kıbrıs Kültürü Üzerine Yazılar”, “Kıbrıs’ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi (1571–1948)”, “Kıbrıs Türk Liderliğinin Oluşması (1900–1941)”, “Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar (1942–1962)”, “Kıbrıs’ın Yetiştirdiği Değerler (2 cilt), Tıp Alanındaki İlk Kıbrıslı Türkler, “Kıbrıs Türk Basın Tarihi (2 cilt)” gibi eserleriyle Dr. An, yalnızca geçmişi anlatmakla kalmıyor, Kıbrıslı Türklerin kültürel ve düşünsel serüvenini geleceğe taşımayı da amaçlıyor.
Kıbrıs Türk kimliğini tanımlayacak olsanız, en kısa nasıl tanımlayabilirsiniz?
‘Kıbrıs Türklerinin Kökeni’ diye bir yazım var. 1570-71 yıllarında Osmanlı'nın adayı almasından sonra, söylendiğine göre çeşitli illerden, ama daha çok Orta Anadolu’dan olmak üzere buraya yerleştirilen insanlar var. Bu kişilerin kimlerden oluştuğuna dair listeler mevcut, ancak onların gerçekten buraya geldiklerine dair bir belge yok. Buna rağmen, genel olarak Kıbrıs Türklerinin daha çok Orta Anadolu kökenli oldukları kabul ediliyor.
Ve Aleviler de var…
Dini eğilimler genellikle kayıtlarda yer almaz. Daha çok sanatkâr olanlar yazılır; eski Türkçe (Osmanlıca) meslek adları taşıyan kişilerden söz edilir, örneğin yorgancı gibi eski meslekler de aralarında bulunur. Sonraki yıllarda ise isyanlara katılanların bir kısmı buraya gönderilmiştir. İlk gelenlerin hepsinin burada kaldığı da söylenemez; bazıları adaya uyum sağlayamayıp geri dönmüştür. Elbette 1570’ten 1870’e kadar geçen yaklaşık üç yüz yıllık süreçte başka gelişler ve gidişler yaşanmıştır. Ancak işin temeli, ilk dönemde gelenlerdir. Bu toplum, adada Rum toplumu ile yan yana yaşamış ve zamanla karşılıklı etkileşim içinde olmuştur.
Bu etkileşimle ilgili ayrı bir yazım da var. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, hem dil, hem de kültür bakımından birbirlerini karşılıklı olarak etkilemişlerdir. Genellikle Kıbrıs Türklerinin en belirgin özelliği, din açısından fanatik olmamalarıdır. 18. ve 19. yüzyıllarda adaya gelen seyyahların yazdıklarında da bu durum açıkça görülür; Kıbrıslı Türklerin çok sade, arı bir Türkçe konuştukları ve din konusunda bağnaz olmadıkları ifade edilir.
1570-1571 döneminden önce de ticaretle uğraşan ve bu vesileyle adaya gelip burada kalan kişiler olduğu söyleniyor.
Evet, ‘Türkopoller’ vardı deniyor, ama bana göre bu, kayıt altına alınacak kadar önemli bir grup değil. Sayıları oldukça az, dolayısıyla genel tabloya etki edecek bir nüfus oluşturduklarını düşünmüyorum.
“Adanın alınmasından sonra burada 20 bin askerin kaldığı söylenir. Ancak Rum kaynakları bu sayının aslında 20 bin değil, yaklaşık 2 bin olduğunu kanıtlamıştır. O dönemin koşulları düşünüldüğünde 20 bin rakamı oldukça yüksek bir tahmindir. Bu 2 bin civarındaki asker arasında, özellikle dul kalmış Latin ailelerden kadınlarla evlenenler vardı. Bu evliliklerin en bilinen örneği Bodamyalızade ailesidir”
Bir de adanın alındığı ilk dönemde, burada kalan Osmanlı askerlerinin yerli halkla evlilikler yaptığı bilinir.
Adanın alınmasından sonra burada 20 bin askerin kaldığı söylenir. Ancak Rum kaynakları bu sayının aslında 20 bin değil, yaklaşık 2 bin olduğunu kanıtlamıştır. O dönemin koşulları düşünüldüğünde 20 bin rakamı oldukça yüksek bir tahmindir. Bu 2 bin civarındaki asker arasında, özellikle dul kalmış Latin ailelerden kadınlarla evlenenler vardı. Bu evliliklerin en bilinen örneği Bodamyalızade ailesidir. Bugünün Bodamyalızade ailesinin dedelerinin adları benim bir araştırmamda da geçmiştir. Bodamya bölgesinde yaşayan dul bir Latin kadınla evlenen askerin soyundan gelen bu aile, günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Hatta Bodamya’daki çiftliğin ve köşkün bir kısmı hâlâ bu aile tarafından yönetilmektedir.
Bu dönemde karma evlilikler de görülmüş olsa da, genel olarak Türkler ve Rumlar din farkı nedeniyle ayrı bölgelerde yaşamayı tercih etmişlerdir. Özellikle Lefkoşa’da Surlariçi’nin güney kesiminde Hristiyanlar, kuzeyinde ise daha çok Latinler otururdu. Müslümanlar, daha çok Latinlerin terk ettikleri bölgelere yerleştiler.
Bugünkü Surlariçi’nde, bizim tarafta Latinler kalırdı...
Evet, örneğin güneyde, Baf Kapısı’nın yanında bugün Ayios Andreas Mahallesi olarak bilinen bölge, o dönemde Tophane Mahallesi olarak anılıyordu. Hemen yanında Nöbethane Mahallesi bulunuyordu; yine aynı bölgede, Uzun Yol’un bizim taraftan gidişinde sağda kalan kısımda idi. Lefkoşa Surlariçinin Kuzeyindeki Türk tarafında Ayluga denilen Rum mahallesi vardı. Burada, HASDER’in [Halk Sanatları Vakfı] ilk kurulduğu yer olan ve onların tamir ederek kullandıkları bir kilise de var.
Yani o dönemde mahalleler tamamen homojen değildi; Türk bölgelerinde Rumlar, Rum bölgelerinde ise Türkler yan yana yaşıyordu. Karışık bir yerleşim düzeni vardı. Ancak zamanla, özellikle 1956’daki terör olaylarından sonra, bu karışıklık azalmaya başladı ve Lefkoşa’da Türk ve Rum semtleri belirgin şekilde ayrıldı. Benzer biçimde büyük köylerde de ‘Yukarı Mahalle’, ‘Aşağı Mahalle’ veya ‘Türk Mahallesi’, ‘Rum Mahallesi’ gibi ayrımlar görülüyordu. Buna rağmen, uzun yıllar boyunca Türkler ve Rumlar pek çok yerde iç içe, yan yana yaşamayı sürdürdüler.
Bazı Kıbrıslı Türkler arasında “ben Venedik kökenliyim” ya da “Lüzinyan kökenliyim” gibi söylemler zaman zaman dile getirilse de, bu iddiaların tarihsel temeli ne kadar sağlam sizce?
Bu söylemler biraz abartmadır. İngilizler adaya geldiğinde, sanırım 1500-2000 kadar ‘Linobambaki’ denilen kişiler vardı. Bunlar Osmanlı döneminde, yerine ve duruma göre bazen Hristiyan, bazen Müslüman olarak kendini tanımlayan insanlardı. Yani kimlikleri dönemin koşullarına göre değişebilen, iki din arasında yaşayan bir topluluktu.
Az vergi ödemek için din değiştirdikleri iddia olunur…
Evet. Bunların çoğu Latin kökenliydi. Zaman içinde Müslümanlıktan Hristiyanlığa, ya da Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçen az sayıda insan olsa da, bu din değişimleri hiçbir zaman büyük ölçekte yaşanmadı. Ancak özellikle Baf ve Karpaz bölgelerinde, Rumlarla iç içe yaşayan bazı topluluklarda, dini yönden eğitimi sağlayacak cami, mescit, ya da okul bulunmaması bu geçişleri kolaylaştırmış olabilir. Örneğin, Bayrak Radyosu’nun meşhur Cafer Bey’i [Cafer Mehmet Elgin], Rumca servisinin şefiydi. Karpaz’da yaşadığı ve eğitim olanakları sınırlı olduğu için liseyi Rum cimnazyumunda okuyup bitirmişti.
“Hatta 1958-59 yıllarında başlayan ‘Türkten Türke kampanyası’ döneminde, ‘Türkçe konuş’ çağrıları yapılmıştı. O dönem anlatılan bir fıkra da bunu yansıtır: 'Sen Rumca konuştun, iki şilin prostimo [para cezası] ver bana.'; 'E ‘prostimo’yu Rumca söyledin, o zaman iki şilin de sen bana ver'”
Bugün hâlâ o bölgelerde Rumca konuşanlar var.
Rumlar, o bölgelerde konuşulan Rumcanın adaya özgü bir biçimi olduğunu söylüyorlar. Bu Rumca, oldukça arkaik kelimeler içeriyor, çünkü Kıbrıs Rumcası standart Yunancadan farklıdır; adanın izole yapısı nedeniyle çok eski terimleri ve deyimleri korumuştur. Bu eski kelimelere bugün hâlâ bazı köylerde rastlamak mümkündür.
Aynı durum Lurucina için de söylenir. Lurucina, Latin kökenli bir köydür; yani Ortodoks Hristiyan olup, sonradan Müslümanlığa dönmüş bir yer değil. 1960’lara gelindiğinde bile köy halkının büyük bir kısmı Rumca konuşuyordu. Hatta 1958-59 yıllarında başlayan ‘Türkten Türke kampanyası’ döneminde, ‘Türkçe konuş’ çağrıları yapılmıştı. O dönem anlatılan bir fıkra da bunu yansıtır: “Sen Rumca konuştun, iki şilin prostimo [para cezası] ver bana.”; “E ‘prostimo’yu Rumca söyledin, o zaman iki şilin de sen bana ver.”
Yani bu birlikte yaşam süreci içinde, hem dil, hem de din bakımından karşılıklı geçişler ve etkileşimler zaman zaman yaşanmıştır.
Bir de 1825 ve 1832’de iki kez nüfus sayımı yapıldı. Bu iki sayım arasında, Osmanlı kayıtlarına göre yaklaşık 15-16 köyün Müslümanlığa geçtiği görülüyor. Elbette bu köylerin bir kısmı zamanla karışık hale gelmiş, sonrasında ayrılmış, ya da gerçekten din değiştirmiş olabilir. Din değişimleri dönem dönem yaşanmıştır.
Hatta o dönemde Larnaka’da ünlü bir tütün fabrikası sahibi vardı, Hacı Hamit Bey. Bu kişi, Dillirga bölgesindeki yaklaşık 100 kadar Türkü hem sünnet ettirmiş, hem de her birine birer Kur’an hediye ederek, Müslüman olmalarını sağlamıştı. Dillirgalılardan Asım Altıok, Arif Hasan Tahsin de anlatır; “Biz Lefkoşa’ya lisede okumaya geldiğimizde Türkçe bilmiyorduk, ya da çok az biliyorduk, çünkü o yörede herkes Rumca konuşurdu. Ama “Ben Müslümanım” derlerdi.”
“Dillirgalılar bugün kendilerine ‘Türk’ demezler; çünkü Osmanlı döneminde bölgeye yerleşenlerin çoğu Arnavut askerlerdir. Bu nedenle kökenleri hem Hristiyan, hem de Müslüman olabilir. Ancak yöre halkı Rumca konuştuğu için, bu askerler de iki-üç yüzyıl içinde halkın dilini benimsemişlerdir”
Ama bu Rum olduklarını mı gösterir?
Hayır, dil olarak Rumca konuşur, ama kendini Müslüman olarak görür. Ama yani özünde de zaten Osmanlı dönemi gelmiştir.
Dillirgalılar bugün kendilerine ‘Türk’ demezler; çünkü Osmanlı döneminde bölgeye yerleşenlerin çoğu Arnavut askerlerdir. Bu nedenle kökenleri hem Hristiyan, hem de Müslüman olabilir. Ancak yöre halkı Rumca konuştuğu için, bu askerler de iki-üç yüzyıl içinde halkın dilini benimsemişlerdir.
Serhat İncirli de kendi ailesinde Latin kökenliler bulunduğunu söyler; onlar da aynı bölgedendir. Bu tür karma evliliklerde, örneğin Latin kökenli biriyle bir Türk, ya da bir Müslüman evlendiğinde, aile içinde konuşulan dil genellikle Rumca olurdu. Ancak Rumca konuşuyor olmak, kimlik açısından bir belirleyici değil.
Osmanlı topraklarında zaten herkes ‘Türk’ olarak tanımlanmazdı; her topluluk kendi dilini konuşur, kendi kimliğini korurdu. ‘Türk’ kavramı da o dönemde bugünkü anlamıyla kullanılmazdı, hatta Türk, Osmanlı toplumunda sayıca azınlıkta olan bir grubu ifade ederdi.
Anadolu halkı da çok karışıktı. Dolayısıyla sürekli ‘Türk, Türk, Türk’ deniliyor, ama Osmanlı döneminde 16’ncı yüzyılın ortalarında kadar Türkler yönetimde bile değildi.
O Türklük meselesi aslında 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. İttihat ve Terakki döneminde güç kazandı, Atatürk döneminde ise devletin kimlik politikası haline geldi. Hatta Nazi dönemi Almanyası’yla aynı dönemde, tek parti ve tek lider anlayışının etkisiyle bu ideoloji doruk noktasına ulaştı. O yıllarda ‘kafatası ölçümleri’ gibi ırk temelli uygulamalar bile yapıldı. Bu dönemde Kıbrıs’ta da Türk milliyetçiliği akımları görülmeye başlandı ve bazı gazetelerde bu fikirler ses buldu.

“Dağlık bölgelerdeki köyler, özellikle Baf yöresi veya Karpaz tarafı, bu tür geçişlerin yaşandığı yerler olabilir. Ancak esas olarak Lefkoşa kazası, ya da Lefkoşa ağalığı dediğimiz bölge, en başından beri Türk kimliğini korumuştur”
Kıbrıs Rum tezi de maalesef güneyde hâlâ sıkça savunuluyor. Bazılarına göre aslında Kıbrıslı Türkler başlangıçta Türk değil, Rumdu; sonradan Türkleştiler. Bu görüş, halen oldukça yaygın bir şekilde güneyde dile getiriliyor.
Özellikle tarihçi Kostas Kyrris, Kıbrıslı Türklerin çoğunun ‘dönme’ olduğunu iddia eder. Ancak bununla ilgili somut bir rakam, ya da belge yoktur. Eğer bir kişi kiliseye kayıtlıyken sonradan Müslüman olduysa, bunun kilise kayıtlarında “şu yılda şu kadar Hristiyan Müslümanlığa geçti” şeklinde belirtilmiş olması gerekir. Ancak elimizdeki tek somut kaynak Osmanlı’nın nüfus sayımlarıdır. Bu sayımlarda, bazı köylerde din değiştirenlerin olduğu görülür. Bunlar da biraz önce sözünü ettiğimiz köylerdir.
Dağlık bölgelerdeki köyler, özellikle Baf yöresi veya Karpaz tarafı, bu tür geçişlerin yaşandığı yerler olabilir. Ancak esas olarak Lefkoşa kazası, ya da Lefkoşa ağalığı dediğimiz bölge, en başından beri Türk kimliğini korumuştur. Hatta Fadıl Korkut Bey’in anılarında çok çarpıcı bir ifade vardır: ‘Gelen valiler Kıbrıslı Türk ağalardan korkarlardı.’ Hatta halk arasında ‘Biz adamın taşağını sökeriz’ diye bir deyimin geçtiğini de anılarında yazar. Bu da Lefkoşa ağalığının o dönemde ne kadar güçlü bir yapıya sahip olduğunu gösterir.
Fadıl Korkut, 1945’e kadar aktif siyasi faaliyetlerde bulundu. Gençlik yıllarında tiyatro ile ilgilendi, kendi tiyatro eserlerini yazdı. Daha sonra sadece avukatlık yaptı. Kardeşlerinin her biri kültürlü, aydın kişilerdi. Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu [KATAK] kurucuları arasında yer aldı; ancak Dr. Fazıl Küçük sahneye çıktıktan sonra siyasetten tamamen çekildi. Anıları da zaten bu döneme kadar uzanır. Harid Fedai daha sonra bu anıları derleyip yayımlamıştır.
Kıbrıs Türk kimliği ve kültürü bugün farklı ideolojilerin çekişme alanına mı dönüştü?
Kimileri mikro milliyetçi bir çizgiye yönelirken, kimileri ‘Kıbrıs Türkleri Anadolu’nun uzantısıdır’ görüşünü savunuyor. Oysa elimizde ‘şu kadar Rum Müslüman oldu’ ya da ‘şu kadar kişi din değiştirdi’ gibi somut kilise kayıtları yok. Osmanlı nüfus sayımları dışında bu konuda güvenilir arşiv belgeleri de bulunmuyor.
Bizde cami kayıtları, ya da şer’i mahkemelerde ‘şu Türk din değiştirdi’ gibi kayıtlar tutulmazdı. Yani öyle bir belge yoktur. Ama senin dediğinden yola çıkarsak, bizde dil Türkçe olduğu için Osmanlı döneminde başlayan bu durum sonrasında da sürdü ve kültürel hayat hep Türkiye’ye paralel ilerledi.
Ama Kıbrıs Türklerinin kullandığı ağız, Türkiye Türkçesinden farklıdır.
O, günlük yaşamda kullanılan halk dilidir. Yazı dili ise her zaman Osmanlı Türkçesi olmuştur.
Halk dilini ‘Kıbrıs Türkçesi’ olarak adlandıranlar da var, biliyorsunuz.
Yok yok, onu ben kabul etmiyorum. O son dönemde ortaya çıkan, kökü olmayan bir şeydir. Çünkü ağız başka, diyalekt başka. Tamamıyla temeli olmayan bir yaklaşımdır. Ha, sen bir folklorik oyun yazarsın, köyde geçer ve oranın diliyle yazarsın, o ayrı. Ama şehirde yaşayan bir insanın dili farklı olur; bu, konuşanın eğitim düzeyine ve içinde bulunduğu çevreye göre değişir. Mesela Filiz Naldöven’in de Lefkoşa’da, kentte geçen oyunları vardır, ama o, halk ağzını birebir kullanmaz; bazı deyimleri alarak oyunu şehir ortamında geçirir. Aşırıya kaçmamak gerekir.
Bir de tabii, bu ‘Kıbrıslıca’ diyenlerin bir kısmı Rumca kelimeleri kullanarak, bunu Kıbrıs ağzı sayar. O ise bambaşka bir şeydir. Bir zamanlar, Mustafa Gökçeoğlu’nun yaptığı ilk sözlük çalışması vardı; orada Rumca kelimeler ve deyimler ‘Kıbrıslıca’ diye yazılmıştı. Bazıları da söyleniş biçimine göre kaydedilmişti. Ancak Türkiye’de matbaada basılırken bunlar düzeltilmişti. Oysa gerçek söylenişi yansıtmıyordu. Sonuçta ilk baskıyı yakmak zorunda kaldılar.
Kıbrıs Türk ağzına oturmuş olan Rumcadan gelen kelimeler de bulunuyor.
Tamam, ama o zaman bir sözlük çalışması yapacaksanız, ‘Kıbrıs Türkçesine girmiş, Kıbrıs ağzına yerleşmiş Rumca kelimeler’ diye ayrı bir bölüm oluşturmanız gerekir. Nitekim Rumlar da benzer bir şekilde ‘Kıbrıs Rumcasına girmiş Türkçe kelimeler’ başlıklı ayrı bir sözlük hazırladılar; içinde 2.500 kadar kelime var.Bu kelimeler, onların Kıbrıs diyalekti sözlüğünde yer almaz; yalnızca bazı deyimler bulunabilir.
Mesela ‘Beş tambura dört okka’ deyimini Rumlardan duymuştum. 30-40 yıldır duymadığım bir ifadeydi, ama konuşma arasında yine kullanıyorlardı. Ya da Almanya’dayken bir Rum kız arkadaş, kızdığında “ha s….r” diyordu. “Ne anlama geldiğini biliyor musun?” diye sorduğumda bilmiyordu. Çünkü “s….r” deyince onun “fuck off” anlamına geldiğini değil, sadece “hadi git” gibi bir anlam taşıdığını sanıyordu. Yani Türkçe bir kelimeyi Rum kullandığında, onun Türkçedeki tam anlamını bilmeden konuşuyor. İşte bu tür kelimeler ve ifadeler, iki dil arasında karşılıklı olarak geçmiş durumda.
“Ben bu memlekette kendimi en fazla ‘federasyoncu’ olarak görürüm, ama yine de öyle yazmam. Yani ‘Kıbrıslıtürk’ biçiminde yazmayı doğru bulmam. Onu zamanında Mehmet Yaşın ortaya attı; ‘orijinal olsun’ diye öyle yazdı. Çünkü Rumcada ‘Turkokiprio’ birleşik yazılır, ikisi bir arada geçer. O da bundan esinlenip özgün bir kullanım yaratmak istemişti”
Yazım biçimi bile bir kimlik tartışmasının parçasına dönüşmüş durumda. Mesela ‘Kıbrıslı Türk’ ifadesini birleşik, yani ‘Kıbrıslıtürk’ şeklinde yazarsanız, bu hemen ideolojik bir duruş olarak değerlendiriliyor. Peki neden böyle yazıyorsunuz diye sorsanız, çoğu kişi bunu açıklayamaz. ‘Federasyona inanıyorum’ diyen çıkar, ama aslında neyi kastettiğini tam olarak tanımlayamaz…
Ben bu memlekette kendimi en fazla ‘federasyoncu’ olarak görürüm, ama yine de öyle yazmam. Yani ‘Kıbrıslıtürk’ biçiminde yazmayı doğru bulmam. Onu zamanında Mehmet Yaşın ortaya attı; ‘orijinal olsun’ diye öyle yazdı. Çünkü Rumcada ‘Turkokiprio’ birleşik yazılır, ikisi bir arada geçer. O da bundan esinlenip özgün bir kullanım yaratmak istemişti. Mehmet Yaşın öyle yazınca, Faize Hanım da [Özdemirciler] aynı biçimde yazdı. Bir gün Şener Levent’e sordum, ‘Sen niye öyle yazıyorsun?’ dedim. ‘Faize öyle yazar’ dedi. Ben de dedim ki, ‘Türkçe biliyorsun, bu Türkçe kurallarına uyar mı?’ Güldü. Yani anlamsız bir şey aslında. Sonradan tabii Afrika gazetesi de o şekilde yazmaya başladı. Bu konuyu bir de AKEL’in Türkçe çevirilerini yapan Hasan Yıldırım’a sordum. ‘Afrika öyle yazar’ dedi, ‘ben de öyle yazarım.’
Hikâyesi böyle aslında, yani başka bir şey yok. Kıbrıslı Türkler yıllarca bunu ‘Kıbrıs Türkü’ şeklinde yazdı. Sonra 1950’lerin ikinci yarısında İngilizler, Kıbrıs Türkleri üzerine bilimsel araştırmalar yapmaya başladı. Bu araştırmacılardan biri de Beckingham [Charles Fraser Beckingham] adlı bir sosyologtu. Kıbrıs Türkleriyle ilgili iki-üç makalesi var. Birinde ‘Turks of Cyprus’, diğerinde ise ‘Turkish Cypriots’ ifadesini kullanıyor. Yani o da kararsız kalmış: ‘Kıbrıs’ın Türkleri’ mi desin, ‘Türk Kıbrıslılar’ mı? ‘Turks of Cyprus’ dersen Kıbrıs’ta yaşayan Türkler anlamına gelir; ‘Turkish Cypriots’ dersen, Kıbrıs adasına ait Türk toplumu vurgusu öne çıkar.
Bir de daha sonra ‘Kıbrıs Türk halkı’ tanımı ortaya çıktı. Bunların hepsi ideolojik yaklaşımlardan doğdu, ama bana göre doğru olan tanım, ‘Kıbrıslı Türk’tür. Çünkü bu, kimliği coğrafyayla birlikte tanımlar. Ben de o nedenle bu ifadeyi tercih ederim. O bağlamda da Kıbrıs’taki Türk kültürüne, Kıbrıs Türkçesine, tarihine, geçmişine sahip çıkarak bu tanımın kullanılmasından yanayım.
‘Türkçe konuşan Kıbrıslılar’ ifadesini de doğru bulmam. Çünkü bizim Rumlarla farkımız yalnızca dilde değil, kültürde de vardır. Biz Türk-Müslüman, Anadolu kökenli bir kültürden geliriz. Bazı geleneklerimiz doğrudan Müslümanlıktan kaynaklanır ve Rum toplumunda bu gelenekler yoktur. Tabii bazı adetlerimiz ortaktır, çünkü ada küçük ve topluluklar yüzyıllar boyunca iç içe yaşamıştır. Özellikle Lefkoşa gibi merkezlerde, Mağusa, İskele (eski adıyla Larnaka), Leymosun (Limasol), Baf ve Girne gibi büyük kasabalarda bu etkileşim görülür. Gerçi Girne’de Türk nüfusu her zaman daha azdı, ama kültürel geçişler gene de vardı.
Bu bölgelerdeki okumuş insanlar genellikle öğretmenlerdi; kültürümüzü yaşatanlar da onlar oldu. Gazeteler çoğunlukla Lefkoşa’da yayımlandığı için, oradaki hükümet memurları, aydınlar, toplumun çıkarlarını düşünen ve kafa yoran insanlar, kültürel hayatın merkezindeydi. O dönemde avukat, doktor, ya da mühendis çok azdı; daha çok edebiyata meraklı, yazı yazmayı seven kişiler bu işlerle uğraşır, dili kullanır, dergiler çıkarırdı. Rüstem Bey’in [Kemal Rüstem] kurduğu kitabevi de o dönemde önemli bir merkez haline geldi. Onun çıkardığı Yeni Mecmua’dan sonra Dünya, Ocak gibi dergiler çıkmaya başladı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında ciddi bir kültürel hareketlilik yaşandı ve birçok edebiyat dergisi yayımlandı.
Bu dergilerde yazanların çoğu ya hükümet memuruydu, ya da öğretmendi. Resmi memurlar isimlerini açıkça yazamadıkları için takma adlar kullanırlardı. Bazıları ise özel sektörden gelip edebiyata ilgi duyan insanlardı. Bu yüzden kültürel hayat daha çok büyük kasabalarda gelişti.
Kırsal bölgelerde yaşayan insanlar ise, eğer karma köylerde bulunuyorlarsa, iletişim dili olarak Rumcayı kullanırdı. Kendi aralarında, aile içinde Türkçe konuşur; Müslüman adetlerini, geleneklerini sürdürürlerdi. Bayramlarda yaptıkları çörekleri Rum komşularına verir, Paskalya’da da Rum komşular boyadıkları yumurtaları veya çörekleri Türklere getirirdi. Düğünlerde ise aynı müziklerle, aynı danslarla eğlenirlerdi. Yani kültürel bir ortaklık vardı ve bu ortak yaşam biçimi uzun yıllar boyunca devam etti.
Ama genel olarak baktığımızda, kültürel hayat hep Türkiye’den kopyalanırdı. Çünkü oranın gazeteleri buraya gelirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan önce Osmanlı gazeteleri okunurdu; Cumhuriyet kurulduktan sonra ise Atatürk’ün devrimleri, Kemalist hareket ve yeni Türkiye Cumhuriyeti burada halk tarafından büyük ölçüde benimsendi. Her ne kadar 1923 Lozan Antlaşması’yla Türkiye’nin Kıbrıs’la olan resmi bağları kopmuş olsa da, yani Türkiye ‘Kıbrıs diye bir sorunum yok’ dese bile, bu duygusal ve kültürel bağlar halkın gözünde hep varlığını sürdürdü.
1953-54 yıllarında Türkiye’deki yetkililer de ‘Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yok’ şeklinde açıklamalar yapıyordu. Ancak 1955 olaylarından sonra, yani EOKA hareketinin başlaması ve toplumlar arası gerilimin artmasıyla birlikte milliyetçi çizgi sertleşti. Gerek kırsal kesimde, gerek kasabalarda insanlar bu milli söylemi baskı altında, ama zamanla içselleştirerek benimsedi.
O döneme kadar sıradan insanlar Rum komşularıyla iç içe yaşar, Türk Rumla, Rum Türkle yan yana olurdu. Aralarında ciddi bir sorun yoktu. Günlük hayat ortak, dostaneydi; fakat siyasetin yönü değişince, birlikte yaşamın doğallığı da yavaş yavaş bozulmaya başladı.
Artık şu çok açık: ‘Gelen Türk, giden Türk’ anlayışının ötesine geçmemiz gerekiyor. Kıbrıs Türk kimliği yüzyıllar içinde oluşmuş özgün bir kültürel ve toplumsal kimliktir. Ancak bu kimliğin yeni kuşaklara aktarılmasında ciddi zorluklar yaşanıyor.
Bu ancak yayın organlarıyla, derneklerle ve kitle iletişim araçlarıyla olur. Mesela 60’lı yıllarda, kapalı dönemde “Aliko ile Cafer” adında Kıbrıs Türk köy ağzıyla yazılmış oyunlar vardı ve halk bu oyunları çok severdi. Tabii zaman zaman bu durum aşırıya da kaçabiliyordu; Kıbrıs ağzı öyle abartılı biçimde kullanılmış eserler de olurdu. Yine de halk kendini bu oyunlarda gördüğü için onları zevkle izlerdi.
Ancak söylendiğine göre, Aydın Denktaş Hanım Bayrak Radyosu’nu arayarak bu oyunların durdurulmasını istemiş; gerekçe olarak Rumca kelimeler kullanılması, ya da halk dilinin ‘yeterince düzgün olmaması’ gösterilmiş. Böylece oyunlar yasaklanmış. Daha sonra oyunu oynayanlardan bir kişi Londra’ya göç etmiş ve orada bu oyunları sürdürmüştü. Bir süre Londra Türk Radyosu’nda da yayımlanmış, hatta sahnelenmişti.
En azından eski özgün kültürel ve toplumsal kimlik birikimlerinin genç kuşaklara aktarılması gerekiyor ki, onların üzerine yabancı veya yapay bir şey inşa edilmesin. Bunun için maddi bir temel de şart. Peki neden 1974’ten sonra, özellikle 80’li ve 90’lı yıllarda bu tür çalışmalar daha fazlaydı? Çünkü Türkiye’den gelen nüfus ve ideolojik hegemonya o dönemde Kıbrıslılar tarafından tepkiyle karşılanmaya başlanmıştı.
HASDER’in kuruluş nedenlerinden biri de aslında buydu. Türkiye’ye gittiklerinde onlar tarafından halk dansı olarak Gaziantep, ya da Karadeniz oyunları oynandığı görülünce, ‘Sizin kendi yerel dansınız yok mu?’ sorusuyla karşılaştılar. Bunun üzerine geri dönüp Kıbrıs’a özgü oyunları araştırmaya başladılar ve böylece yerel halk dansı çalışmaları ortaya çıktı.
Ancak mesele sadece halk dansı, ya da halk müziğiyle sınırlı değil. Edebiyatta da benzer bir süreç yaşadı. Buradaki edebi üretim, genellikle Türkiye’deki şiir ve roman akımlarının etkisiyle gelişti; yerel temellerden çok, kopyalanan, ya da uyarlanan örnekler üzerinden yürüdü. Yine de o yıllarda Türkiye’nin hem maddi, hem manevi kültürel baskısı hissedildikçe, yerel üretim çabaları da buna bir tepki olarak arttı.
Fakat bir noktadan sonra yerli sermaye bu tür girişimlere destek vermemeye başladı. Örneğin Türk Bankası, ki başlangıçta sermayesi tamamen Kıbrıslı Türklere ait ve yerliydi. Daha sonraki yıllarda kültür ödülleri vermeye başladı. Ancak bu ödül Denktaş’a verilince, diğer ödül sahipleri tepkilerini gösterip ödüllerini iade ettiler. Böylece o kültürel ödül geleneği de zamanla ortadan kalktı.
Ama önemliydi, değil mi, Türk Bankası Ödülleri?
En azından o yılın öne çıkan ressamı, şairi, ya da önemli bir eser vermiş araştırmacısı ödüllendirilirdi. Mesela Gazioğlu’nun [Ahmet C. Gazioğlu] Yeni Kıbrıs dergisi vardı; hem kültürel, hem tarihsel araştırmalar yapardı. Ben de orada yazardım, Harid Bey [Harid Fedai] yazardı, Haşmet Bey [Haşmet M. Gürkan] yazardı. Sonra Gazioğlu, Cumhurbaşkanlığı’na geçip ‘toplumlararası görüşmeleri yazacağım’ dedi ve bir süre dergiyi propaganda aracına dönüştürdü. İngilizce bir versiyon da çıkardı, ama sonunda dergi kapandı. Çünkü bu işler hem maddi, hem de manevi güç ister.
Şimdi mesela Halkbilimi dergisi var; HASDER uzun süre yılda dört sayı çıkarıyordu. Sonra sürekliliği korumak için yılda bir, kitap biçiminde yayınlamaya başladılar. Fakat sanırım artık onu da düzenli çıkaramıyorlar; varsa da sadece yıllık sempozyum bildirilerini yayımlama şeklinde sürüyor.
“Böyle bir vakıf şart. Politikadan tamamen bağımsız olmalı ve içinde bir mütevelli heyeti bulunmalı. Bu heyette de daha çok Kıbrıs konusunda uzman kişiler yer almalı. Zaten bu, bir ‘Kıbrıs Vakfı’ olmalı; yabancılar yalnızca danışman düzeyinde katkı sunabilir. Vakfın amacı, bugüne kadar kayda geçirilmiş her türlü belge, yayın ve görsel materyalin korunması, dijitalleştirilmesi, yeniden basılması ve kütüphanelere kazandırılması olmalı”
Halkbilimi dergisi hâlâ dijital formatta yayımlanıyor, ancak basılı versiyonun da olması çabaları da sürüyor. HASDER güçlenmeli ve ayrıca daha kapsamlı yeni bir vakıf kurulmalı. Çünkü artık bu konuda somut ve kalıcı bir adım atmanın zamanı geldi.
Böyle bir vakıf şart. Politikadan tamamen bağımsız olmalı ve içinde bir mütevelli heyeti bulunmalı. Bu heyette de daha çok Kıbrıs konusunda uzman kişiler yer almalı. Zaten bu, bir ‘Kıbrıs Vakfı’ olmalı; yabancılar yalnızca danışman düzeyinde katkı sunabilir. Vakfın amacı, bugüne kadar kayda geçirilmiş her türlü belge, yayın ve görsel materyalin korunması, dijitalleştirilmesi, yeniden basılması ve kütüphanelere kazandırılması olmalı.
Ben Kıbrıs Türk basın tarihini araştırırken, Harid Bey’le birlikte eski gazeteleri inceledim ve o sayfalarda Kıbrıs Türk toplumunun yetiştirdiği ne kadar çok değerli insan olduğunu gördüm. Sağ olsun matbaacı Akif, bu kişilerin biyografilerini vefat ettiklerinde yazardı; ben de onları Kıbrıs’ın Yetiştirdiği Değerler adlı kitaplarımın birinci ve ikinci ciltlerinde derledim. Ancak bu kitapların yeni baskıları yapılmadı. Oysa yeniden basılsa ve içindeki malzemeden yararlanılsa, gelecek kuşaklar için çok önemli bir kaynak olurdu. Ben o metinleri hiç değiştirmedim; sadece derledim ve bir araya getirdim.
Çünkü bizde tam bir gazete veya dergi koleksiyonu yok. Bazı yayınlar Milli Arşiv’de var, ama eksik. Oysa bu koleksiyonlar tam ve dijital olarak erişilebilir hale getirilmeli. Şimdi öyle programlar var ki, örneğin bir derginin dijital arşivine girip sadece bir kelime yazıyorsunuz, diyelim ki ‘Özker Yaşın’ sistem o ismin geçtiği tüm yazıları size getiriyor. Yani sayfa sayfa taramaya gerek kalmıyor.
Rum tarafında da bu konuda ciddi bir çalışma yapılmış durumda. ‘Public Information Service’ dedikleri bilgi merkezinde Osmanlı dönemine ait gazeteler de dahil olmak üzere tüm gazeteler dijital ortama aktarılmış. Artık oradan size basılı kopya vermiyorlar; doğrudan dijital film arşivinden erişebiliyorsunuz. Bizde de benzer bir sistemin kurulması gerekiyor.
Evet, orada öyle. İsterseniz para verip dijital arşivden istediğiniz gazete, ya da dergi kopyasını satın alabiliyorsunuz. Bizde de benzer bir sistem, ancak Milli Arşiv’in güçlendirilmesiyle kurulabilir.
Ben kendi gazete kesiklerinden oluşan arşivimi, yani 1970’lerden 2000’lere kadar uzanan dönemi kapsayan koleksiyonumu, 74 öncesine ait belgelerle birlikte onlara verdim. Tam 123 dosya halinde, box file düzeninde kayıt altına aldılar, sakladılar. Bu kesiklerin taranıp dijitalleştirileceği ve araştırmacılara açılacağı söylendi. Ne zaman olur, allah bilir. Kolay iş değil, çünkü on binlerce gazete kesiğinden söz ediyoruz. Hepsinin yeniden düzenlenip sınıflandırılması gerekiyor. Ben kendi elimle belli ana konulara göre, zarflara koyarak sınıflandırmıştım, ama yine de ciddi bir emek ister.
Aslında bu işi bir araştırma merkezi üstlenebilir. Finansman sağlanır, 5–6 personel görevlendirilir, arşiv düzenlenir, başka koleksiyonlarla birleştirilir. Aynı zamanda bu merkez, yeni araştırmalar yapan üniversite gençliğiyle de bağlantı kurabilecek bir çekim noktası olmalı. Çünkü denetim olmayınca, özellikle sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalarda çok fazla hatayla karşılaşıyoruz.
Şu ana kadar, Osmanlılık ya da benzeri konular doğrultusunda Osmanlı arşivlerini inceleyip bu alanda çalışma yapan yüzlerce araştırma var ülkede. Ben de bulabildiklerimi PDF olarak alır, bir dosyada biriktiririm, ama hepsini okumaya vakit bulamıyorum. Oysa böyle bir merkez olmalı; Türkiye’de yapılan tüm araştırmalar orada toplanmalı, derlenmeli ve erişilebilir hale getirilmeli.
Benim ilk yayımladığım kitap ‘Kıbrıs'ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi’ idi. Onun girişinde özellikle vurgulamıştım: Türkiye’de Kıbrıs meselesi, ‘milli dava’ olarak görülmesine rağmen, bu konuyu sistematik biçimde araştıran bir merkez yoktur. Bu eksiklik de aslında siyasî nedenlerden kaynaklanıyor. Çünkü konu milli mesele olarak algılandığı için, bağımsız ve bilimsel bir araştırma alanı olarak ele alınamıyor. Belki bazı üniversiteler küçük araştırma birimleri kurmuştur, ama bunlar da sınırlı kalıyor; kapsamlı bir arşiv, ya da ulusal merkez hâlâ yok.
Bizde ciddi bir araştırma eksikliği de var. Çok az sayıda araştırma yapılıyor.
Ama araştırmacılar da sonuçta profesörleri ve bölüm başkanları tarafından yönlendirilir. Ne yazık ki bizde bu tür bölümlerin başında olanların çoğu Türkiyelidir. Buraya gelir, edebiyatçıdır, öğrencisine mezuniyet tezi olarak Fuzuli’yi verir. Ya da basına meraklıdır; o zaman da hep aynı konular üzerinde dönülür.
Ben Halkın Sesi gazetesinde, Altay Sayıl’ın orada çalıştığı dönemi bilirim. Bütün öğrenciler gelir, hep aynı şeyi yapar: 1942 yılını alır, sadece o yılı araştırırlar. Halbuki gazete 50 yıldan fazla yayımlandı. Neden 1963’ü, 1965’i araştırmazsınız? Hep o 1942 yılı! O kadar çok kopyalandı ki, neredeyse birinci cilt yıprandı.
Neden 42?
Halkın Sesi gazetesi, kuruluşu, geçmişi hep aynı şekilde anlatılır, çünkü öğretmen bilmiyor. Yani o ödevi verecek olan öğretmenin önce kendisinin konuyu bilmesi gerekir. Bilmeden sadece yıllardır tekrarlanan konuları ödev olarak verince, ortaya ne yeni bir bilgi çıkar, ne de gerçek bir araştırma.

“Mine Balman’ın yaptığı bir film, çok önemli bir örnek oluşturuyor. Mine’nin Türkiye’ye girişi engellenen kişilerle yaptığı 31 dakikalık belgesel, küçük, ama anlamlı bir adım. On altı kişiden sanırım on tanesiyle söyleşi yapmış, yani araştırmaya dayalı ciddi bir çalışma”
Zaten çıkan yayın da yok. Çok azaldı. Çünkü okuyan yok.
Maalesef. Zaman göre değişim de oluyor. Mine Balman’ın yaptığı bir film, çok önemli bir örnek oluşturuyor. Mine’nin Türkiye’ye girişi engellenen kişilerle yaptığı 31 dakikalık belgesel, küçük, ama anlamlı bir adım. On altı kişiden sanırım on tanesiyle söyleşi yapmış, yani araştırmaya dayalı ciddi bir çalışma. Asıl değerli olan da şu: Bu tür çalışmaların herkesin ulaşabileceği, başvurabileceği bir kaynak havuzu oluşturması.
Mine’nin planladığı gibi, bu söyleşilerin YouTube’a yüklenmesi, alt yazılı olarak uluslararası erişime açılması çok yerinde bir fikir. Çünkü kısa, anlaşılır ve çağdaş formatta içerikler üretmek gerekiyor artık. Gençlerin ilgisini çekebilmek için bilginin yalnızca kitaplarda değil, video, kısa film, belgesel, karikatür, ya da dijital anlatılarla da sunulması şart.
Yani özetle, bütün bu bilgi ve belgeler tek bir yerde toplanmalı, sonra da çağın iletişim araçlarına uygun biçimde yeniden sunulmalı. Bu, hem araştırmacılar, hem de genç kuşaklar için bilginin yaşayan, ulaşılabilir bir biçimde korunmasını sağlar.
Son olarak bir de Rum tarafında biliyorsunuz Kıbrıs kültürel mirasında adanmış Leventis Vakfı var, Severis Vakfı var…
Kıbrıs Bankası Vakfı da var.
Evet. Kıbrıs kültürü üzerine çalışan toplam kaç vakıf vardır güneyde?
En azından 5-10 tane vakıf var, oldukça da aktifler. Üstelik köklü yapılar; yıllardır faaliyet gösteriyorlar zaten.
“Bizde, ne yazık ki, bu nitelikte bir vakıf yok. Yani ben elimden geldiğince o taraftaki yayınlara, 'Bakın, Kıbrıs Türk kültürü de var,' diyebilmek için yönelmeye çalıştım. En azından kapılar açıldıktan sonra, 1964’ten beri Enformasyon Dairesi’nin düzenli olarak çıkardığı Cyprus Today adında küçük bir dergi vardı. O dergide 'Kıbrıs Türklerinin Kökeni' başlıklı bir yazıyı, ancak iki-üç yıl süren bir mücadeleden sonra bastırabildim”
Bu bağlamda, Kıbrıs Türk kültürünü araştıran ve tanıtan bu vakıflarla karşılaştırılabilecek nitelikte bir vakıf bizde var mı?
Bizde, ne yazık ki, bu nitelikte bir vakıf yok. Yani ben elimden geldiğince o taraftaki yayınlara, “Bakın, Kıbrıs Türk kültürü de var,” diyebilmek için yönelmeye çalıştım. En azından kapılar açıldıktan sonra, 1964’ten beri Enformasyon Dairesi’nin düzenli olarak çıkardığı Cyprus Today adında küçük bir dergi vardı. O dergide “Kıbrıs Türklerinin Kökeni” başlıklı bir yazıyı, ancak iki-üç yıl süren bir mücadeleden sonra bastırabildim.
Bilimsel çalışmalar söz konusu olduğunda da durum pek farklı değildi. Bahsettiğim 1969’daki ilk Cyprological Congress’den [Kıbrısbilim Kongresi] sonra II. Cyprology Kongresi düzenlendi. Orada Kıbrıs Türk futbol kulüpleriyle ilgili, özellikle de Çetinkaya, yani Lefkoşa Türk Spor Kulübü’nün Kıbrıs Futbol Federasyonu’nun kurucularından biri olduğunu anlatan bir İngilizce bildiri sundum. Bu toplumda, bu adada bizim de var olduğumuzu gösterebilecek bazı bildiriler sunmaya çalıştım.
Sonraki başka bir çalışmada, İngiliz döneminde Kıbrıs Türk basını üzerindeki sansürü ve Kıbrıs Türk kimliğinin basındaki yansımalarını inceledim. Ancak bu tür çalışmalar oldukça sınırlı kaldı. Çünkü bizden oraya gidip bildiri sunmak isteyen bazı arkadaşlar, konulara fazla milliyetçi bir açıdan yaklaştıkları için kabul görmediler. Oysa asıl amaç, adada sadece Rumların değil, Türklerin de 300-400 yıldır bir arada yaşadığını ortaya koymak olmalıydı.
Ne yazık ki onların tarafında da bu konularda çalışanların çoğu milliyetçi ve fanatik kesimden geliyor. Şu anda Kıbrıs Araştırmaları Merkezi’nin başında da sağ görüşlü, milliyetçi bir avukat bulunuyor. Dolayısıyla iş birliği yapmak zor. Ama orada bu tür çalışmalar, Kıbrıs Bankası veya Leventis gibi zengin kişilerin maddi katkılarıyla yürütülüyor. Örneğin Severis Vakfı da çok önemli çalışmalar yaptı. Ben de kendi fotoğraf koleksiyonumu Severis Vakfı’na bağışladım. İnternetten derlediğim bu koleksiyon, geçmişe dair çok değerli bir görsel çalışma haline geldi.
Bizde Rum tarafındakilere benzer bir vakıf olsaydı herhalde buradakine hediye ederdiniz değil mi? Ama olmayınca aman kaybolmasın, aman yitmesin. Çünkü sizin çocuğunuz yok.
Tabii, kesinlikle. Çeşitli yerleri gösteren, belki de sadece Sarayönü’nü anlatan 30-40 kadar fotoğraf var. Bunlar genç kuşaklara, bakın, burası eskiden böyleydi diyebilmek açısından çok değerli. Örneğin Rüstem Kitabevi’nin bulunduğu yer bile eskiden bir ahırmış. Bahçesinde bir kuyu varmış. İngilizler adaya geldiğinde, buranın sahibine Hamitköy’deki mandıraları hediye etmişler. O da mandırasını şehir merkezinden kaldırıp oraya taşımış.
Yani küçük bir ayrıntı gibi görünse de bu bile aslında tarihî bir bilgi. Mülkiyet bir süre onda kalmış, ama sonunda devretmiş. Sonrasını tam olarak bilmiyorum, ama o dönemde adam şehrin içindeki yerini kapatıp mandırasını Hamitköy’e taşımış. Zaten eskiden Lefkoşa’daki surlar içinde birçok bahçe yer almaktaydı.
Ben hatırlarım, 1950’li yıllara kadar şu anda Halkın Sesi gazetesinin karşısında, Doktor Küçük’ün babasına ait bir at ahırı vardı.
Evkaf Dairesi’nin karşısında Osmanlı döneminden kalma bir eczane vardı; onun da bir fotoğrafı mevcut, hatta internette de bulunabiliyor. Ahırla eczane tam karşı karşıyaydı. Bu eski fotoğrafların altına kısa bilgiler eklenerek, kaliteli baskılardan oluşan bir albüm yapılabilir. Bakın, burası böyleydi; Türklüğün geçmişi buydu diyebilmek için çok anlamlı olurdu.
Mesela, bir zamanlar Zaman Gazetesi’ni çıkaran Derviş Paşa’nın matbaanın önünde, arabasının içinde çekilmiş bir fotoğrafı var. Yine İdadi’de fesli öğrencilerle birlikte çekilmiş bir okul fotoğrafı, kendi konağının görüntüsü, hayat hikâyesi… Bunların hepsi aktarılabilir, korunabilir belgeler.
Dediğin gibi, o dönemin birçok yapısı zamanla el değiştirdi. Doktor Küçük’ün babasına ait olan ahır da yıkıldı, yerine bina yapıldı. Bu eski hikâyeler, tıpkı bugün Yakın Doğu Üniversitesi’nin müze haline getirdiği eski Bedevi Pastanesi gibi aslında kentin belleğini oluşturuyor. Bedevi Pastanesi, 1955’den önce Rumlar arasında çok meşhurdu; baklavaları, ekmek kadayıflarıyla tanınırdı.
Müze'nin önünde Bedevi Pastanesi mi vardı?
Rum tarafındaydı; üç kardeşten ikisi oradaydı, biri ise Sarayönü’ndeydi. Tarihçi Vergi Bedevi’nin babası Halil Bedevi, 1958 olaylarından sonra oradaki iş yerini Girne Kapısı’ndaki bugünkü yerine taşır. O yer de eskiden Hatice Söğüt’ün babasına ait olan ‘Söğüt’ün Kahvesi’ydi. Önce kahveydi, sonra Bedevi Pastanesi oldu.
Tabii, o döneme ait eski fotoğraflar da var. ‘Çakıllı yol’ denirdi oraya. Mevlevî Tekkesi’nin tam karşısında, işte o çakıllı yolun üzerindeydi. Söğüt’ün Kahvesi o zamanlar oldukça bilinen bir mekândı. Eski avukatlardan Con Rifat, Denktaş’ın babasıyla orada buluşur, uzun uzun sohbet ederdi.
Şimdi orası müze oldu…
Bedevi Pastanesi’nden sonra orası Anadolu Kulübü oldu. Türkiye’den ‘antrenör’ diye birileri getirildi, bir dönem öyle kullanıldı. 1974'den sonra Ziraat Bankası’na dönüştü. Bugün Surlariçi Şehir Müzesi olarak anılıyor, ama aslında Lefkoşa’nın tarihini anlatan doğru düzgün bir müze değil. Küçücük bir köşede bir iki eski fotoğraf var, o kadar.
Oysa sözünü ettiğim Sarayönü’nün eski hali, geçirdiği dönemler, Lefkoşa sokaklarının yıllar içindeki değişimi anlatılsa, bundan çok etkileyici bir müze çıkar. Kaliteli, dönemine ait fotoğraflarla, açıklayıcı bilgilerle hazırlanmış bir sergi bile şehrin hafızasını yeniden canlandırmaya yeterdi.
“Müzeleri oluşturmak ciddi bir vizyon ve bilgi gerektiriyor. Gerçekten Lefkoşa’nın tarihini bilen, yerel belleğe hakim kişilerle birlikte çalışacak bir küratör lazım. Ben de müzeyi gezdim, üstelik yeni açıldığı dönemdeydi, ama doğrusu hiç beğenmedim”
YDÜ’nün bunu yapmaya imkânı da var.
Var, var ama ne yazık ki işin başında gerçek anlamda bir küratör yok, ya da varsa da işini hakkıyla yapan biri değil. Müzeleri oluşturmak ciddi bir vizyon ve bilgi gerektiriyor. Gerçekten Lefkoşa’nın tarihini bilen, yerel belleğe hakim kişilerle birlikte çalışacak bir küratör lazım.
Ben de müzeyi gezdim, üstelik yeni açıldığı dönemdeydi, ama doğrusu hiç beğenmedim. Oradaki görevli kıza da anlattım. Kız Türkiyeliymiş; Kıbrıs’ın tarihini, yerel bağlamı pek bilmiyor. Bir örnek verdim: ‘Bu kim burada böyle?’ dedim. ‘Geçen sene yarışma yapmışlar, ödül kazanmış; Namık Kemal’le birlikte ödül kazanan kızın büstü bu’ diye cevap verdi.
Yani ne alaka? Madem Namık Kemal’in büstünü koymuşsun, arka plana neden Mağusa’daki kaldığı yeri gösteren bir görsel koymuyorsun? Ya da Kıbrıs’la ilgili mektuplarından bir alıntı, burada yazdığı eserlerin bir listesi… İnsan ilgilenir, bağ kurar. Namık Kemal Kıbrıs’ta hapis yatarken, edebiyat tarihine geçen eserlerini kaleme almış; o bağlantı hiç yansıtılmamış. Halbuki müze, bu tür bağlarla anlam kazanır.
Yeterince çalışılmadığını düşünüyorsunuz…
Tabii çalışılmadı, belli yani. Evkaf’tan alınan bazı fermanları da koymuşlar mesela, aşağıda bir odada sergiliyorlar. Ama eski Türkçe yazıyla yazılmış o belgelerin ne anlattığına dair en ufak bir açıklama yok. Ben o eski yazıyı gördüğümde, bugünden bana hiçbir şey ifade etmiyor. Tamam, tarihi bir belge olduğu belli, ama içeriği nedir, hangi döneme aittir, neyi düzenler, bunların hiçbiri anlatılmıyor. Sadece ‘eski bir şey’ olarak orada duruyor. Oysa bu tür belgelerin yanında mutlaka günümüz Türkçesiyle çevirisi, kısa bir açıklama, belgenin tarihsel bağlamı olmalı ki anlam kazansın.
Kaldı ki, sadece Osmanlı dönemiyle sınırlı değil; Osmanlı öncesi Kıbrıs tarihi de var. Lefkoşa’nın geçmişini anlatırken, o dönemi de göstermek gerekiyor. Ama biz her zaman olduğu gibi Osmanlı’dan başlıyoruz, onu da doğru dürüst yapamıyoruz.
Mesela Derviş Paşa Konağı buna iyi bir örnek. Türkiye’deki konak stilinde düzenlenmiş, ama Osmanlı’nın konak kültürü Kıbrıs’ta bambaşkadır. Buradaki yapıların altı Lüzinyan, üstü Osmanlı karakterlidir, yani çok katmanlı bir mimari tarih söz konusudur. Bunu anlatmak, o içeriği vermek gerekir. Ama maalesef yok.
İçeride sergilenen eşyaların çoğu da izahsız. Bindallılar, kıyafetler, ev eşyaları, gündelik yaşamda kullanılan aletler… Hepsi orada, ama hikâyesiz. Oysa bu öğelerin her biri, dönemin sosyal yaşamına ışık tutar.
Doğru bir konseptle bu yapı, yalnızca bir “konak müzesi” olmaktan çıkıp bir şehir müzesine dönüşebilir. Hatta Lefkoşa’da yaşamış eski insanların hikâyelerini anlatan, dönemsel sergilerle zenginleştirilmiş bir müze haline gelebilir.
Yeter ki buna uygun bir küratöryel anlayış ve sergi alanı olsun.











Yorumunuz